adigehaber
  Nasıl Bir Çağda Yaşıyoruz, Dilimiz ve Kimliğimiz Ne durumda? -3
 

Nasıl Bir Çağda Yaşıyoruz, Dilimiz ve Kimliğimiz Ne durumda? -3
Hapi Cevdet Yıldız

23 Ekim 2011

 
Bir süre önce,5 Ekim’de Adıge Cumhuriyeti’nin 20’nci kuruluş yılını kutlamıştık. Bu nedenle de dizi yazımıza ara vermiştik. Şimdi, bu üçüncü yazımızda, diasporadaki, Türkiye'deki Çerkeslerin sorunlarına ve yapılması gereken konulara kısaca değinmeye çalışacağız.

***

Genel durum

Şu sıralar Adıge/Çerkeslerin çoğu diasporada. Bu insanlar arasında,bildiğimiz kadarıyla, İsrail ve Kosova’da (Yugoslavya döneminde) yaşayan Adıgeler’e pozitif haklar(azınlık hakları) verilmiştir. Diktatör Çavuşesku’nun devrilmesi sonucu Romanya’da da azınlıklara gelişmiş haklar tanınmıştır, ancak oradaki Çerkesler’in durumu hakkında bir şey bilmiyoruz, elçilik ve konsolosluklardan soruşturulmalı. Adıgeler’in bulunduğu diğer yerlerde (Türkiye,Suriye,Ürdün, Libya,vb) demokratikleşme ve toparlanma süreçleri henüz tamamlanmış değil ve oralarda asimilasyon süreçleri olanca hızıyla işliyor.

Bu ülkeler kendi azınlıklarını destekliyor ve koruma altına alıyor değiller, aksine demokratik haklarını vermemekte, engeller koymakta diretiyorlar.

Bu yazımızda Türkiye’deki duruma değinmek istiyoruz. Çünkü Türkiye’de yeni bir anayasanın hazırlık çalışmaları ve tartışmaları başlamış bulunuyor. Bazıları ‘terör’ diyerek çalışmaları erteletmek istiyorlar. Terör ayrı, demokratik haklar sorunu ayrıdır. Karıştırılmamalı. Bizler de, bu gibi konulardaki görüşlerimizi ortaya koymaya devam edeceğiz.

***

Diasporadaki Çerkes sayısı

Önce nüfus durumunu ele alalım:

A-Rus kaynaklarına göre,1860’larda Kafkasya’dan Türkiye’ye yaklaşık 500 bin kişi ‘göç’ etmiştir (Adıge, Abazin, Nogay,Oset, Çeçen, vb). Bu 500 binin, 418 bini Adıge’dir (17 bini Kabardey,gerisi diğer Adıgeler) (1).Bu sayıya, 1870-1890 yılları boyunca, Rusya’nın Kuban ilinden (oblast) Türkiye’ye göç eden Adıgeler’in ve komşu Kuzey Kafkasyalı kardeş topluluklarından kişilerin  sayıları dâhil değildir.

Şu durumda,Türkiye’ye göç eden Adıge sayısı 500 bin, Kuzey Kafkasya kökenlilerle (Adıge,Abazin,Nogay,Çeçen,Oset,Karaçay, Dağıstanlı ve böyleleri ile) birlikte de, 600 bin ya da üzeridir. Değerli İngiliz yazarı W.E.D.Allen’e ve Rus danışmanı Paul Muratoff’a göre, Rus hükümetince, 1860’larda Türkiye’ye göç ettirilen Çerkes sayısı 600 binin üzerindedir (2).

Normal bir artışa göre, 500-600 bin sayısının,  bugün için 5 milyonu, dahası 6 milyonu aşmış olması gerekirdi. Üstelik rakamlara, 1877’de, Çerkesya’nın güney komşusu Abhazya’dan Türkiye’ye sığınmış olan 30 bin üzeri nüfusu eklemiş değiliz.

Yeniden belirtelim, verdiğimiz bütün bu rakamların hepsi Rus ya da dış kaynaklıdır.

Ruslar politik davranıyor ve sayıları küçülterek veriyorlar,sözgelişi Prof.Bırsır Batırbıy, 1864 yılı öncesi Çerkes nüfusu konusuna ilişkin olarak şunları söylüyor:“Rus kaynakları rakamları küçültüyorlar. Belgeler Karadeniz kıyılarının karınca gibi insan kaynadığını, tepelere değin yamaçlarda işlenmemiş tek bir karış yer bile bulunmadığını belirtiyor. Bu insanlara ne oldu?Bütün bu insanlar vahşi istilâ sonucu telef oldular. 500 binden çok insanın öldüğü hesaplanıyor” (3).

Rus askeri komutanlığı tarafından, 1830 yılında, casuslar yardımıyla yaptırılan  bir araştırmaya göre, Çerkesya'da 1 milyon 082 bin 200 Adıge bulunuyordu (4).

Ancak,aynı Ruslar 1864 yılı öncesi Çerkes nüfusu konusunda,ölen Çerkes sayısı kadar, yani 500 bin gibi bir rakamdan söz ediyor, bazı Ruslar da rakamı 700 bine doğru yükseltebiliyorlar.

Buna karşın, Sovyet Kabardey yazarı Kardanov ise, sayıyı 500 binin de altına düşürmeye çalışmıştır…

 B-Çerkes kaynaklarında,Osmanlı topraklarına yerleşen Çerkes sayısı 1 milyon ya da üzeri, genellikle de 1,5 milyon olarak belirtiliyor, Çerkes nüfusu için de 2 milyon ve üzeri rakamlar kabul görüyor. Uzatmıyorum. Türkiye’ye gelen 1-1,5 milyon rakamına göre, diasporadaki nüfusumuzun, bugün için 10 milyon ya da üzeri olması gerekirdi. Bu insanlar, ölmüş ya da dölsüz düşmüş olamazlar. Peki, bu insanlara ne olmuş olabilir?

Bu nüfusun bir kesimi yağmalanmış,esir pazarlarında satılmış,‘devşirilmiş’,haremlere kapatılmış, sonuç olarak asimilasyona uğratılmış, ancak ulusun kökü kurutulamamıştır (Bir topluluk ya toptan öldürülerek ya da asimile edilerek ortadan kaldırılabilir). Bütün olarak ele alındığında, Çerkeslerin başına gelmiş olan olay, tartışmasız bir soykırımı olayıdır. Güzel kızlarımız ve yakışıklı gençlerimiz toplumdan ayıklanmış, evlilik yoluyla kapatılmış, çocuklarımız yağmalanmış, devşirilmiş, satılmış ve asimilasyon tırpanına kurban gitmiştir. Ancak, devşirilmiş bu kesim içinde Adıge anılarını hâlâ yitirmemiş olanlar, torunlar var. Onları kazanmamız gerekir. Bunlar çoğunlukla varlıklı ve eğitimli bir toplum kesiti. Önemliler.

Sırası gelmişken, örnek olması için, tanığı olduğum ve tanıdığım bir ‘devşirmeye’ ilişkin eski bir gözlemimi sunayım:

Eski bir sporcu olan, yoksul ve mesleksiz (orta eğitimli,zengin arayışları içinde olan biriydi,zaman zaman da karşılaşırdım), ama saygı gören bir Adıge genci, varlıklı ve eğitimli bir İstanbullu kız ile evlenmeyi başarmıştı. Aslında yerli İstanbullu kadın ‘yoku bilmez’, yoksula da varmaz ve zor idare edilir, ama her nasılsa bu iş gerçekleşmişti. Delikanlı endamlı ve yakışıklı biriydi, hakkını vermeli kız da güzeldi. Kız tarafının bu evliliği pek sindiremediği anlaşılıyordu, genci küçümser ve tepeden bakar bir tavır içindeydiler. Aile, o an, bir kır kahvesinde oturuyordu. Genç de aralarındaydı, sessiz, mahzun ve usulca çayını yudumluyordu. Yakınlardan geçen başka bir genç, eski bir arkadaşı olmalı, genci görüp masaya doğru geliyor, genç ve eşi, geleni karşılıyor, sandalyelerini biraz geriye çekip ona yer gösteriyorlar, kız da işaretle çay söylüyor. Diğer dört kişi ise istifini bozmuyor, dönüp bakmıyorlar bile, ayrılırken de kıllarını kıpırdatmıyorlar ama çay paralarını ödüyorlar. İki lüks araba kalkıyor, biri kız ile oğlanı alıp gidiyor...

Yaklaşık 30 yıl öncesine ait bir anı bu. Modern bir örnek. Daha sonra genci hiç görmedim. O zamanlar şimdiki gibi özel araba bolluğu yoktu, araba lükstü ve bir ‘ayrıcalıktı’.

Bizler, birbirini seven iki gencin evlenmelerine karşı gelemeyiz. Eş seçimi,bireye kalmış demokratik bir hak. Bizimkisi eşitsizliğe, asimilasyona ve devşirme olma durumuna bir tepki ve eleştiridir sadece.

‘Davul dengi dengine diye çalar’ dememişler boşuna.

Yine de, İstanbullu ailenin davranışını ‘kibarca’ bulabiliriz, normal de sayılabilir. Birçok devşirmenin hali ise, ‘Yandı gülüm keten helva’…

Maalesef, topluluklarımızın ve kişilerimizin birçoğu devşirilmeye ve boynu büküklüğe yatkın olmuş mu ne?

Aç kal, ama eşitin ve kendinden olanı seç, toplum ve birey olarak kişilikli kal. Bu bizde bir eğitim ve bir onur anlayışı, bir parola olmalı.

Veren hep biz oluyoruz, alan da başkaları…

***

Bir fıkra, Osmanlı toprağına yerleşme- ‘göç’ …

Halk arasında anlatılır:Rus Çarı, Osmanlı Padişahına “Sana bir kavim yolluyorum. Arı kovanı gibi, bir arada bırakırsan sokar. Dağıtırsan sokamaz. Ama içlerinde Vıbıh (убых) denen “katsğuan” (‘къэцгъуан';sarıca arı) cinsi bir kavim de var. Dikkat et, Vıbıh tek başına da sokar”.

Bu bir fıkra, gerçek midir, değil midir, bilemem, anlatılır. Bizimkiler övünmeye bayılırlar. Ama doğru bir yanı da olmalı, çünkü fıkra bir gerçeği yansıtır, durduk yerde anlatılmaz.

***

O hesap Çerkesler Osmanlı yönetimince, 'ayrıcalıklı' sayılacak biçimde, toprak ve mülk verilerek bir tür ‘ödüllendirildiler’, Karadeniz bölgesinin verimli ovalarına ve Balkan topraklarına dağıtılarak, kümeler, köyler halinde yerleştirildiler (1864). Sözün kısası, Çerkesler konusunda ‘mükemmel’ bir toplum mühendisliği yapılmış olmalı. O sıralar Türkiye’de toprak (tapulandırma) kanunu yeni kabul edilmişti (1858). Yani Türk köylüsü ya da yerli ahali topraksızdı; toprak, devlet adına köy ağalarının (beylerin;pşı) denetimindeydi, köylü de onların ırgatı (toprak kölesi;pşıl’ı)  idi.Çerkes göçmenlere toprak verilmesi olayı,  Osmanlı’da herhalde  bir ilk olmuştur.

Osmanlı’da ve Avrupa feodalizminde, demokratik Çerkesya’da olduğu gibi, köylü sınıfının bireysel toprak mülkiyeti hakkı yoktu, toprak devletin ya da üst sınıfların (soyluların), kilise ve vakıfların mülkiyetindeydi. Köylü ise, toprak kölesiydi (serf,pşıl’ı). 1789 Fransız devriminden sonra, Avrupa’da bireysel mülkiyet ilişkileri gelişmeye başladı. Köylülere toprak mülkiyeti Rusya’da, 1861 yılı reformları sonrasında tanınmıştır. Osmanlı ise, 1839 Tanzimat Fermanı ile birlikte bireysel mülkiyeti -biçimsel olarak- tanımış, ama yaygınlaşmamış, Kırım Savaşı (1853-1856) ve iç sorunlar nedeniyle olmalı, 20 yıllık bir gecikme yaşanmıştı.

***

1858 yılında kabul edilen Osmanlı tapulandırma kanunu ile, belki de Çerkesya’daki koşullar ‘yaratılmak’, Çerkes göçünün önü  açılmak ve hızlandırılmak istenmiş olmalı. Göçle ilgili sessiz ve gizli çalışmalar yapıldığı da  anlaşılıyor: Bir yıl önce, 1857’de, daha iki yıl önce,1855’te, yani  Kırım Savaşı koşullarında yasaklanmış olan Çerkes köle ticareti yeniden serbest bırakıldı, bu da göçü özendirecek bir taktik adım  olmalıydı. Ayrıca göçmenlerin yerleştirileceği yerler de belirlenmişti: Anadolu’nun Karadeniz bölgesi ovaları ve Balkanlarda da Güney Tuna boyları

Rus hükümeti 1860’da Karadeniz kıyılarında ve daha doğudaki Kuban ili (oblast) dağlık kesimlerinde yaşayan ve Rus egemenliğini bir türlü tanımamış olan Çerkesleri (Şapsığları,vb) sürme (deportasyon) kararını almıştı. Daha önceleri, Rus makamları Kırım Savaşı (1853-1856) ertesinde, 1857'de Çerkesleri sürme ve dağıtma sorununu ele almış bulunuyorlardı. Osmanlı bütün bunları biliyor ve Çerkesleri kabul etmek için Ruslarla görüşmeler yapıyordu. Rus generali Loris-Melikov da, bu amaçla, yani sürülecek Çerkesleri Osmanlı'ya kabul ettirmek için İstanbul’a gelmişti.

Osmanlı’da yapılan hazırlık ve düzenlemelerin anlamı, Çerkesleri özendirme üzerine planlanmış olmalıydı:  Özgür köylüye,  'Gel sana bedava toprak ve mülk var'; köle sahibine de, 'Köleni al gel,sana da bedava toprak ve mülk var,köleni  Türkiye'de kullanabilir ya da satabilirsin’  mesajları verilmek isteniyordu.

Öte yandan, Rusya’da kölelik (serflik) , birkaç yıllık bir hazırlıktan sonra 1861’de kaldırılmış ve bir tasfiye süreci içine girilmişti. Çerkes köle sahiplerinin bunu bilmemeleri olanaksızdı.

***

Çerkesya ve Türkiye’de mülkiyet ilişkileri

1796 yılı köylü devriminden beri, Çerkesya tamamında bireysel mülkiyet ilişkileri güçlenmiş, Çerkes köylü sınıfı (fekol’) yönetimi,egemenliği  ele almıştı, yerel meclislerin (khase-xase) yönetimleri vardı (1796 yılı öncesinde bireysel mülkiyet ve eşitlik,sadece birkaç yörede sözkonusuydu). Göçler sırasında Çerkes, Osmanlı ülkesinde, kendi ülkesindeki ilişkilere benzeyen bir toprak düzeni ile karşılaştı. Bu bakımdan ayrıldığı yer ile yeni yerleştiği yer birbirine benziyordu, yeni yerini yadırgamamıştı. Osmanlı, Çerkeslere 'hoşgörülü ve cömert' davranıyordu. Bu da göçü özendiriyor, Çerkes’i verilen toprağa ve diasporadaki yeni köyüne bağlıyor ve statüko yanlısı yapıyordu. Dürüst ve güvenilir olduğu için yönetimde de Çerkes’e genişçe yer verilmeye başlanmıştı. Şimdi de öyle, yönetim kademelerinde en dürüst olanlar, oransal olarak yine Adıgelerdir.

Çerkes, kendisine uzatılan herhangi bir yardım elini, bir gülümsemeyi bile karşılıksız bırakmayan bir gelenekten ve toplumsal anlayıştan geliyordu, eski Adıge toplumu içindeki ilişkiler öyleydi. Osmanlı, kendi koşullarını Çerkes beğenilerine göre düzenlemiş durumdaydı, yoksa, göç, elbette o boyutta olmaz ve Rus yönetimindeki Kuban’a yönelirdi, Karadeniz kıyılarından ayrılıp Kuban düzlüklerine yerleşenlerin sayısı da 40 binlerde kalmazdı.

O dönem Çerkes demokratik toplum yapısı ve mülkiyet ilişkileri ileri, demokratik ve insanlığın evrim sürecine uygun bir özellikteydi.

***

Anlaşılan Osmanlı, Çerkesleri iyi tanıyor ya da ‘iyi bir danışmanlık hizmeti alıyor’ olmalıydı, usta taktiklerle Çerkesleri çekmeyi,dibi delinmiş un çuvalı gibi koca bir ülkeyi, Çerkesya’yı boşaltmayı başarmıştı (Osmanlı Çerkes’i bir tür satın alıyor, İmparatorluğun geleceği adına Çerkes’ten yararlanmayı umuyordu. Bunun için kesenin ağzını açmıştı. Rus ise, Çerkes’ten kurtulmak, bir an önce Çerkesleri sınırdışı etmek ve onlardan boşalacak yerlere Rusları yerleştirmek, Çerkesya’yı Ruslaştırmak istiyordu. Bunu gerçekleştirmek için katliam da dahil her türlü zorlayıcı yöntemi uyguluyordu).

Göç sonucu, sıradan Çerkes, Türkiye’de toprağa ve huzurlu bir yaşama ‘kavuşmuş’ oldu. Sıradan Çerkes’in beklentisi de zaten o kadarlıktı. Geleneğini, danslarını yeni yerleşiminde de yaşıyordu. Ayrıca, ‘dost ve barışçı’ bir çevresi de vardı.

***

1864 yılı göçleri sonrası, 1878’de ve sonrasında Balkanlardan tehcir edilen Çerkesler ile aynı sıralarda ve birkaç dalga halinde, aralıklarla Rusya’nın Kuban ilinden gelen (şimdiki- ‘Adıgey’ yöresinden gelen) yeni Adıge göçmenler, toprak ve mülk verilerek Anadolu’ya (şimdiki-Güney Marmara, Ege, İç Anadolu ve Akdeniz bölgeleri),Irak, Suriye ve Filistin (Ürdün, İsrail) eyaletlerine yerleştirildiler.

Bu gelenlerin, özellikle Vıbıhların en güzel kızları, Vıbıh aracılar yardımıyla zenginler için devşiriliyor, Saray’a, soyluların ve paşaların haremlerine veriliyordu. Vıbıhlarda, diğer Çerkeslerden farklı olarak, dışarıya, zengine kız verme gibi bir anlayış vardı. Kız verme geleneği lokal olmakla birlikte, karıştırılıyor ve tüm Çerkeslere yayılıyor ve  bir Çerkes geleneği  imiş gibi algılanabiliyor. Babayı dinlemeyip kaçan Vıbıh kızı hoş karşılanmaz ve  bir daha baba evine sokulmayabilirdi. Şimdilerde hayli zayıflamış da olsa, bu gelenek hâlen bazı Vıbıh aileler arasında vardır ve  geçerlidir.

***

1870-1880’lerde Osmanlı’da ‘Yağma Hasan’ın böreği’ gibi bir durum, Rusya’nın Kuban ilinde de Türkiye’ye göç izni koparma amaçlı girişimler, dahası protestolar  yaşanıyordu. Yerel Rus otoriteleri, Kuban ilindeki Çerkesleri yıldırmak ve Türkiye’ye göçe zorlamak için yoğunlaştırılmış baskılar uyguluyorlardı (5). Amaç, biran önce, Çerkes topraklarına konmaktı.

Ancak dış göç için merkezin, başkent St.Petersburg’un izni gerekiyordu.

Bu amaçla yerel otoriteler, Rusya’nın çıkarı için, Kuban’da, özellikle Laba Irmağı solunda bulunan Adıge/Çerkeslerin Türkiye’ye göç ettirilmelerinin yerinde olacağı biçiminde, başkent St.Petersburg’a ‘raporlar’ gönderiyorlardı (6).

Toprak ve mülk verilmeseydi, 1880’lerde ve 90’larda, bu insanlar, her şeye karşın,  düzenlerini bozup Osmanlı ülkesine gitmez, direnir ve yerlerinde kalırlardı. Birçoğu yerinde kalmayı başarmıştır (Kuban ve Laba ırmakları solunda şimdilerde yaşamakta olan Adıgelerin nüfusu, Adıge Cumhuriyeti ile Krasnodar Kray’da 2002’de 130 bin gibi çok düşük bir sayıdaydı ve bu 130 binin 108 bini de [% 83'] Adıgey'de idi).

***

Sonunda Osmanlı da ayılmış, Çerkesya’yı büsbütün boşaltmanın kendi imparatorluğu için de bir hata olduğunu anlamış olmalıydı. 1890’larda, bir noktadan, 9 bin üzeri son posta göçmeni kabul ettikten sonra, Osmanlı, sınırlarını kapattı (Kasım 1889’da, Rus hükümeti, Kuban ilinin şimdiki Adıgey yerinde ve çevresinde yaşayan 24 bin Çerkes’in Türkiye’ye göç ettirilmesi kararını aldı, ancak Osmanlı hükümeti 9 binden fazlasını almadı ve sınırı kapattı. Şayet  hepsini alsaydı, bugünkü ‘Adıge Cumhuriyeti’ (AC) de olmazdı, çünkü cumhuriyetin kurulduğu yer, Adıge nüfusundan boşalmış olurdu).

Osmanlı’nın sınırını Çerkeslere niçin  kapattığını bilemiyorum.

***

Çerkesler, Türkiye’ye gelmekle, Rus süngü ve baskılarından, açlıktan kurtuluyor, bedava toprağa, mal ve mülke, dindaşları (dostları) yanında huzurlu bir yaşama kavuşmuş oluyorlardı. Bunu birbirlerine anlatıyorlardı, bu da göçü özendiriyor ve göçe kitlesel bir boyut kazandırıyordu.

Yani ‘alan da memnundu, veren de’. Olan zavallı Çerkes ulusuna oluyor, ulusun köküne kibrit suyu dökülüyordu. Nitekim, ulus tarihten silinmenin eşiğine dayanmıştı. Osmanlı, 1890’larda Çerkeslere kapılarını kapatmakla, ters giden bir süreci, ulusun 'makus talihini'  değiştirmiş oldu.

Osmanlı’nın bunu niçin yaptığı arşivlerden araştırılmalı. Yanıtı vardır.

Osmanlı’nın sınırını kapatması olayı, bizim için bir ‘Vaka-i Hayriye’ gibi sayılabilir.

***

Dönüşçülerin yanılgıları

20-30 yıl önce, dönüşçülerimiz romantik havalarda idiler, herhalde, dinledikleri eski göç anlatı ve anılarının etkisinde kalmış ve anlatıları eksik algılamış olmalıydılar: ‘Öncü girişim, milliyetçi slogan ve motifler işlenerek Çerkes dönüşü gerçekleştirilebilir’ diyorlardı. Sovyet Çerkes elitinin dediği gibi, 'Çerkeslerin kandırılarak Türkiye’ye göç ettirildiğini' de sanıyor, olmalıydılar. Kendilerinden de emindiler .Sözgelişi,dönüşün hararetli savunucusu olan emekli bir binbaşı,‘Samsun taraflarına bir gidersem,halkın yüzde 70’ini, 80’ini dönüşe ikna ederim’ diyor ve bu yollu basın açıklamalarında bulunuyordu. Ancak, unuttukları bir nokta vardı: Göç için, Çerkesleri kendi ülkesine çekmek ve yerleştirmek için, Osmanlı, günümüz ölçülerine göre, trilyonlar dökmüş, on milyonlarca dönüm araziyi Çerkeslere dağıtmış, nüfus ve tapu kayıtlarını bile yaptırmıştı. Oysa, boynu bükük Çerkes anayurdunun, Adıgey’in ya da Kabardey’in verecek neyi vardı? (Hiçbir şeyi yoktu; ‘Kendisi muhtacı himmet bir dede, nerede kaldı gayrıya himmet ede’, gerçekler böyleydi, yine böyle).

***

1980’lerde Kabardey Sovyet Cumhuriyeti (KBC) yöneticileri, kuşkusuz Moskova’nın direktifleri doğrultusunda, Ankara’dan çağırdıkları dernek yöneticisi önde dönüşçülere protokol karşılamaları yapıyor ve mükellef ziyafetler çekiyor, onları lüks otellerde ve turistik mekânlarda ağırlıyor, gezdiriyorlardı. Cumhuriyetin vitrini bu kişilerin önüne seriliyordu: Dans, şarkı, tiyatro temsili,vb. Hepsi bu kadardı. Ama bu kadarı bile oltaya takılmaya yetiyor ve gidenlerin birçoğu çoğu ‘büyülenmiş’ olarak geri dönüyordu. Bu kişiler dükkânın vitrini ile içini ayıramıyorlardı. Eğilip bir baksalar dükkânın içinin boş olduğunu görebilirlerdi.

Dönüşçüler (rahmetli L’ışe Süleyman Yançatarol dışında), ‘dediğim dedik’, ‘dönüş de dönüş’ diye tutturuyor, uyarı ve eleştirilere kulak asmıyor, aksine uyarılara ambargo koyuyor, uyarıları ‘pişmiş aşa su katma’ olarak değerlendiriyorlardı.

Bizim de, önceleri, kuşkusuz hatalı davranışlarımız olmuştur, Brejnev yönetiminin demokratik ve sosyalist ilkelere bağlı olduğu iddialarına takılmıştık, bazı şeylerden kuşkulansak bile, çoğu eleştiriyi, antikomünist propaganda bağlamında görüyor ve ciddiye almıyorduk. Ancak Sovyetlere ilişkin eleştirilerimiz de başlamıştı.

Sonunda ‘Takke düştü,kel göründü’, romantik dönüş düşleri fiyaskoyla sonuçlandı. ‘Yanlış hesap Bağdat’tan dönmüştü’. Yaşar Kemal’in ‘Beyaz atlıları arayan adamı’ gibi, bir heves anayurda gidenlerin çoğu, bir hışım geri dönmeye başlamıştı.

Bu gibi konular da iyi incelenmelidir.

 

“Göç” ve sonrası, toplum içi ilişkiler

Geçmişe dönelim, 1860’lar ve sonrasında şaşırtıcı düzeyde toplum içi bir 'iletişim ve ilişkiler ağı' vardı. Sinop’ta ki bir Adıge, Bulgaristan Filibe’deki ya da Kuban’daki akrabası ile, tanıdıkları aracılığıyla da olsa, haberleşebiliyordu. Çerkes, şimdiki birçoklarımız gibi hımbıl değildi, hareketliydi. Konukseverlik, akrabalık bağları güçlüydü. Sözgelişi, birkaç atlı Samsun'dan yola çıkıyor, Amasya, Çorum, Düzce diyor, Çerkes ya da diğer köylerde konaklıyor ve Balkanlara kadar gidip geliyordu. Dahası Kafkasya’ya gidenler ya da oradan gelenler, akrabalar ve parçalanmış aileler vardı. Gezici müzik ve dans toplulukları da vardı (7). Kafkasya’dan da konuklar, müzik toplulukları geliyor, ulusal kültüre canlılık katıyor, yeni şarkı ve dansları diasporaya taşıyorlar ya da Kafkasya’ya götürüyorlardı. Gidenler ve gelenler ilgiyle karşılanıyorlardı. Ta ki, Sovyetlere değin. Eşkıya silâhlı Çerkeslerden çekiniyordu,çünkü sert yanıt alıyordu .Çerkes, saldıran eşkıyanın kökünü kurutuyordu. Çerkeslerin Hıristiyanlarla da araları iyiydi. 1860'larda, Anadolu’daki Osmanlı nüfusunun yarıya yakını Hıristiyandı, şimdi yüzde 1'den de az.

Demek ki, zulüm görenler ve sürülenler sadece Çerkesler değilmiş…

Bugün de Balkan göçmenleri/Macırlar arasında, Balkanlara gidip gelmeler yoğun. Hergün İstanbul ve Bursa’dan Bulgaristan, İskeçe, Üsküp, Piriştine, Sancak ve Sarayevo’ya otobüsler kalkıyor. Çünkü oralarda, gidenlerin soydaşları, akrabaları ve parçalanmış aileler var. Çerkesler açısından öylesine bir durum başlarda vardı, şimdi yok. Anayurttan ayrılalı 150 yıl oldu, yabancılaşma oluştu, kaçınılmaz bir sonuçtur bu.

***

Şimdilerde köylerin durumu

Şu sıralar, Türkiye’de ayakta kalmış ya da etnik saflığını korumuş Çerkes köyü sayısı,  genele oranla oldukça az. Çok sayıda Çerkes köyü çeşitli nedenlerle terk edilmiş ya da boşalmış durumda, bu köyler artık Çerkes köyü olmaktan da çıkmıştır, çoğunun muhtarı bile artık Çerkes değil. Sanırım, en çok Vıbıhlar, daha az olarak da Abzahlar topraklarını satıp kentlere taşınmış bulunuyorlar. Şapsığlar ve Kabardeyler ise, toprağa ve köye daha fazla bağlı kalmış görünüyorlar, köylerinin birçoğu hâlâ ayakta. Bunun da nedeni, ilk göçmenler olarak gelmiş, daha verimli topraklara, gelişmiş yörelere yakın yerlere yerleşmiş olmaları, toprak ve meralarının geniş, eskiden beri çalışkan çiftçiler ve hayvan yetiştiricileri olmaları; Abzahların ise daha geç gelmiş, verimli toprak bulamamış ya da Çerkesya’daki eski köyleri örneği, dağlık ve verimsiz toprakları, belki de isteyerek yeğlemiş olmaları; Vıbıhların da toprakta ya da ağır işlerde çalışmayı pek sevmemeleri, havadardır deyip tıpkı Abzahlar gibi, kıyıda köşede kalmış verimsiz vadi boylarına yerleşmeyi yeğlemiş olmaları gibi nedenler düşünülebilir.

Bunların hepsi ‘korunma’, daha rahat bir yaşam ve geçim sorunu ile ilişkili oluşumlar olmalı.

Tabii bütün bunlar benim kişisel gözlemlerim ve görüşlerim. Yani bilimsel bir araştırmanın ortaya koyduğu sonuçlar değiller. Ama yabana da atılmamalılar.

Bu tür oluşumların her birinin ekonomik, sosyal ve politik açıklamaları yapılmalı.Araştırmacı ve yazarlarımız bu gibi konularla da ilgilenmeliler.

***

Etnik toplulukların hakları

Uluslar arası hukuka göre, devletlerin etnik topluluklara baskı, özellikle soykırım, etnik temizlik ve toplu sürgün politikalarını uygulamaları yasaktır, verecekleri zararlar da uluslar arası suçlar kapsamına alınır, soruşturulur ve cezalandırılır. Bu tür suçları yargılayan, suçluları tutuklayan ve cezalandıran uluslar arası bir mahkeme de vardır: Hollanda La Haye’deki ‘Uluslar arası Savaş Suçları Mahkemesi’. Mahkeme çok sayıda ceza vermiştir ve yargılama yapmaktadır. İnsanlığa karşı işlenmiş suçların zamanaşımı yoktur. Asimilasyon da, ‘etnik ve kültürel soykırım’ olarak değerlendiriliyor ve yasaklanmış ‘bulunuyor’.

Bir de, Fransa Strasbourg’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi vardır, onun da kararları kesindir, Mahkeme, hak ihlâlleri nedeniyle Türkiye’ye çok sayıda ceza vermiş, Türkiye mahkemelerinin verdiği çok sayıda karar ve uygulamayı da sözleşmelere aykırı bulmuştur. Ayrıca, Mahkeme, yol gösterici ve iyileştirici hizmetlerde de bulunmaktadır. Örneğin, Mahkeme TMK’un (Terörle Mücadele Kanunu'nun) iptalini ya da bazı maddelerinin iptalini  ya da değiştirilmesini Türkiye’den istemiştir. Ancak bu tür istekler, sadece tavsiye niteliğindedir.

*** 

 

 

 

 

 

Bazı hak ihlâli örnekleri ve gelişmeler

Uluslar arası hukuka göre, bir etnik topluluk üzerinde özel yasaklamalar, örneğin dil yasağı gibi yasalar uygulanamaz, bu tür uygulamalar artık ülkelerin bir iç sorunu olarak kabul edilmiyor. Ancak   Türkiye Türkçe dışındaki  dilleri baskı altında tutuyor, örneğin Çerkesçe anadilinde eğitim  yasak, ama Rusya ve İsrail’de Çerkesçe eğitim var, Yugoslavya’da da dağılma öncesinde ve Çerkeslerin Adıgey’e yerleşmelerinden önce, yani 1998 yılına değin  serbestti.Türkiye tek değildi. Geçmişte Sovyetler, Romanya ve Bulgaristan'da da azınlıkların dil ve kültürlerine yönelik baskılar uygulanmıştı. Sovyetlerin Rusça’yı benimsetme ve Ruslaştırma amaçlı ve azınlıklara yöneltilen olumsuz bir dil ve kültür politikaları (asimilasyon, dil ve kültür soykırımı politikaları) vardı. Asimilasyon ve Rus nüfusu Rus olmayan bölgelere devlet eliyle taşıyıp yerleştirme politikaları da vardı. Kolonizasyon, Stalin, özellikle de Kruşçev döneminde yoğunlaştırılmıştı (Bu durum Sovyetlerin dağılmasına yol açan nedenlerden biridir). Şimdilerde de durum pek parlak değil.Yerel dillerin kullanımı hayli kısıtlanmış durumda.

 Bulgaristan’da Todor Jivkov’un Müslüman/Türk adlarını ve Bulgar olmayanları Bulgarlaştırma kampanyası, Müslüman nüfusu Türkiye’ye toplu göçe zorlaması, Rumen diktatör Çavuşesku’nun azınlıkları asimile etme girişimi,Sırp lider Slobodan Miloşeviç’in ‘Büyük Sırbistan’, Hırvatistan ve  Bosna-Hersek politikaları, Kosova’dan Arnavutları toplu halde sürme/kovma (deportasyon) olayları, günümüzün en iyi bilinen suç ve baskı örneklerindendir.

Günümüzdeki en kanlı soykırım örneklerinden biri de,1 milyon Tutsi’nin ve daha az sayıda da Hutu’nun öldüğü  Ruanda Soykırımı’dır.

19’uncu yüzyılda,1860’larda ise, modern tarihin ilk soykırımı, yani Çerkes Soykırımı Rus İmparatorluk Hükümetince uygulanmış ve  diğer uğursuz soykırımlara model olmuş, milyonlarca insan katledilmiştir.

***

Günümüzde bir etnik topluluğun dil ve kültürünü kullanması ve geliştirmesi, uluslar arası   garanti altında olan demokratik bir haktır, engellenemez, engelleme amaçlı yasaklar da konamaz. Koyanın başı ağrır. Türk ‘milliyetçilerinin’ görmek istemediği çağımızın (günümüzün) geçerli bir gerçeği de budur.  Ama bizim ‘milliyetçilerimiz’ içinde, 1930’larda rahatça yapıldığı gibi, hâlâ  katliâmlar  uygulanabileceğini sanan ve uygulanmasını öneren  tehlikeli kişiler de vardır. CHP eski Genel Başkan yardımcısı Onur Öymen de öyle dememiş miydi Meclis’te, ‘Dersim Katliâmını’  okeyleyerek?.. 1930’larda kitleler, topluluklar sessizce ortadan kaldırılabiliyordu. Korkunç günlerdi o günler. Daha da acı olan şey, o  gibi olaylar ülkelerin birer iç sorunu imiş gibi karşılanabiliyordu. Örneğin, 1864 Çerkes Soykırımı ve deportasyonu seyredilmekle yetinilmişti. İngiliz ve Fransız, Çerkes’i  kurbanlık koyun gibi Rus’un önüne atmıştı. Türk’ü sözkonusu etmiyoruz, çünkü onun konuşacak mecali bile yoktu,Rus'un karşısında yenikti. Ama zaman değişti, şimdi bir uluslar arası kamuoyu, önleyici yasalar, kuruluşlar ve yaptırımlar var. Savaş suçlusu Sırplar ve diğerleri tutuklandılar, tutuklanmayanlar aranıyor, tutuklananlar La Haye’deki  Uluslar arası Savaş Suçları Mahkemesi önüne  çıkarıldılar. Ayrıca, hak ihlâlleri nedeniyle, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile başı dertte, sık sık mahkûm oluyor ve tazminat ödemek zorunda kalıyor. Anlaşılan ödenen paralar Öymen’in ya da birçok ‘milliyetçimizin’ umurunda değil, çünkü  devlet bütçesinden ödeniyor. Rahatımız aynen sürsün demek istiyorlar.

 Şu an birçok ülkede, uluslar arası suçlar işlenmeye devam ediliyor ve maalesef kovuşturulamıyor. Çünkü sıkı bir izleme ve yaptırım gücü yok. Çin ve RF bazı demokratik girişimleri BM Güvenlik Konseyi'nde veto ediyor,engellemelerde  bulunuyorlar. Çünkü baskıcı ülkeler.

Aynı biçimde anadilinde eğitim de uluslar arası anlamda tanınmış ve kabul görmüş demokratik haklardan.

Haksızlıklara karşı Strasbourg’daki  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’inde dava açmak ve süreci işletmek gerekiyor, ancak bireysel dava açmak ve sürdürmek,  zorlu, uzun ve pahalı bir süreci gerektiriyor.

Ayrıca, Strasbourg’daki  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, La Haye’deki Uluslar arası Savaş Suçları Mahkemesi gibi tutuklama yapamıyor ve hapis cezaları veremiyor, ama tazminat cezaları veriyor ve üye ülkeler mahkemeleri tarafından verilen kararların Avrupa sözleşmelerine uygun olup olmadığını görüşüp karara bağlıyor, aykırı olanların iptalini üye ülkelerden istiyor.

Süreci geliştirmek, daha geniş bir boyuta yaymak ve Birleşmiş Miletler platformuna taşımak isteyenler çoğalıyor. Uluslar arası duyarlılık güçleniyor. Bu amaçla kurulmuş çok sayıda uluslar arası örgüt ve  kuruluş bulunuyor.

***

Bu arada, azınlıktaki topluluğun örgütlenme, diğer ülkelerdeki soydaşları ile iletişim ve ilişki kurma ve dayanışma içinde olma gibi haklarının bulunduğunu da söylemeliyiz. Azınlığın yerel ve ülke düzeyinde kendisini yönetmesi ya da yönetime katılması da çağdaş demokratik haklardandır. Bu tür haklar da engellenemez, yasaklanamaz.

Devletler bu gibi konularda kendi azınlıklarını kösteklemekle değil, desteklemekle yükümlüdürler.

Ne yazık ki, bu ve benzeri haklar, başta Türkiye olmak üzere, birçok Ortadoğu ülkesinde hâlâ engellenmekte, kâğıt üzerinde kalmakta ya da yeterince kullandırılmamaktadır. Ancak bu hep böyle süremez.

Bir yerde gün ağaracak ve bütün bunların bir sonu  gelecektir. Gelişim o yönde.

***

Olumsuz yanlarına karşın, azınlık hakları ve bu arada azınlık dilleri sorunu, Irak, Afganistan, Pakistan, Hindistan, Çin ve daha birçok Doğu ülkesinde, değişik düzeylerde de olsa çözülmüştür,  diyebiliriz. Irak'taki çözüm  Batı,Afganistan'daki de Sovyet müdahalesi sonucu gerçekleşmiştir.

Çözülmemiş sorunlar ve çözümlere karşı olanlar da var. Değişik ülkelerde azınlıklara tanınan hakları çok bulan ve asimilasyon politiklarına dönülmesini isteyen ırkçı ve yabancı düşmanı   gerici güçler de (partiler,örgüt ve çevreler) bulunuyor.

Buna karşın, bütün gelişmiş ve demokratik ülkeler,daha doğrusu yeryüzü ülkelerinin çok büyük bir çoğunluğu, kendi azınlıklarını ve azınlık dillerini koruma altına almış, o dillere resmi dil statülerini vermiş bulunuyorlar (8). Azınlık dili karşıtı politikalar giderek zayıflıyor ve artık açıktan sürdürülemiyor. Bunun geriye dönüşü olamaz, geriye dönüş,  tarihsel evrim yasalarına aykırı düşer (Motorlu araç yerine,at ve at arabasına dönülemeyeceği gibi).

Dünyadaki gelişmeler; kazanımları koruma, geliştirme ve haksızlıklara bir son verme doğrultusunda ilerliyor. 50 yıl önce Afrika ülkelerinin çoğu sömürgeydi, 20 yıl önce 14 Sovyet cumhuriyeti Rus, 7 cumhuriyet (yöre) de Sırp zulmü altında inliyordu, şimdi hepsi bağımsız. Irak’ta da Kürtlere gaz atılıyor, yüzbinler kaçışıyor, sığınacak bir yerler arıyordu. Şimdi Irak bir federasyon ve Irak Kürdistan’ı da onun bir birimi, azınlıktaki Türkmence ve Asurice de resmi dillerden.

Avrupa’da da Bask, Breton, İskoç, Gal, vb topluluklar toparlanma süreçleri içinde.Cornwal ve Man dilleri yaşama iade edilmek isteniyor.Fransa'da bölgesel diller yeniden değer kazanıyor.

Bir yandan, böylesine bir küresel gelişim süreci içine girmiş de  bulunuyoruz.

Süreç daha iyiye ve daha güzele doğru ilerliyor.

Ama bizler sürecin neresindeyiz ve ne yapıyoruz?..

***

 

 

Yeni anayasa

 

Yeni Türkiye anayasası çağdaş gelişmeler ve normlar (değerler) ışığında hazırlanmalı. Yeni anayasa üst kimlik olarak, yineleyelim,  ülke (Türkiye Cumhuriyeti) yurttaşlığı, alt kimlikler olarak da milliyetleri, din ve mezhep gruplarını benimsemeli. Alt kimliklerin eşitliği esas olmalı ve hiçbir etnik ada anayasada yer verilmemeli, hiçbirine ayrıcalık tanınmamalı, ama etnik ve dini adların önü açık tutulmalı, engeller konmamalı ve korkular aşılmalı.

Güven esasına dayanan bir demokrasi inşa edilmeli.

Böyle yapılırsa bireysel haklar düzleminden grupsal haklar düzlemine yumuşak bir geçiş yapılmış, kan dökülmesinin önü kapatılmış  olacaktır. Olması da gereken  budur. Önünde sonunda ve kaçınılmaz olarak o noktaya gelinecektir.

Aksi nitelikte hazırlanacak olan bir anayasa demokratik olmaz, demokratik dünya standartlarına aykırı düşer, ülke içi barışı ve huzuru getirmez, Türkiye’nin birliği de pekiştirilemez. Türkiye'nin uluslar arası  saygınlığı  düşer. İç savaş ve sel gibi kan akması on yıllar boyu sürer gider. Hiç istenmeyen bir sonuca varılabilir. İlk seçimde iktidar  değişir.  Bu nedenle akılcı olunmalı ve barışçı yöntemler izlenmeli, olumsuz tutkuların önüne  geçilebilmeli. PKK ya da terör gibi bahanelerle ulusal baskı politikaları sürdürülmemeli. Demokratik hakları talep etmekle terör aynı şey değil. Unutulmamalı, asimilasyon, yani dil ve kültür soykırımı ve her türlü ulusal baskı da devlet terörü kapsamına girer, onlar da terördür. Terörün hiçbir  biçimi  onaylanamaz. Devletlerce sürdürülen  terörlere de uluslararası düzeyde  bir son verilmeli. Terör sadece fiziki öldürme olayı ile  sınırlı değildir. Bu da bilinmeli.

Öldürme olayları, hiç bir biçimiyle savunulamaz ve mazur görülemez. Savaşa ve kan dökülmesine taraftar olunmamalı, savaş ve şiddet arkalanmamalı.

Çağımızda, etnik sorunlar silâhla değil, barışçı yöntemlerle, görüşmeler ve uzlaşma yollarıyla, tüm gruplara demokratik haklar tanınarak ve demokratikleşmeyle çözülüyor.

***

CHP’nin tutumu

Militarist/Türkçü CHP, önceleri etnik nitelikli her türlü demokratikleşme adımına karşı çıkıyordu. Örneğin ‘anadili öğretimi’ – ‘kurs’  için evet, ama ‘anadili eğitimi’ için hayır; anadili, evde ya da özel kurslarda öğretilmeli, diyordu, yine diyor. Bu bir çağdaş demokratik tutum biçimi olamaz ,antidemokratik bir tutumdur. Peki, Türkçe evde ya da özel kursta mı öğretiliyor? AB ve Balkan ülkelerinde Türkçe anadili, evde ya da  özel kurslarda mı öğretiliyor?Anadili öğretimi, yayını ve özel kurs Türkiye’de zaten serbest. Devlet vermiş o ‘hakları’. CHP ne demeye getiriyor, verilmişi  yeniden ‘vermek’  mi istiyor, milleti  'aptal' mı sanıyor?

CHP bu kafayla mı iktidar olacak? Çok bekler…

CHP grupsal (etnik topluluk bağlamında) haklara  da karşı, Aleviler grup değil mi, onlara da özgürlük tanınmayacak mı? CHP, çözümü bireysel haklarla sınırlı tutma yanlısı,Şeflik döneminde kalmış. Irkçı.  Boşuna.   Tutum dünya ve AB normlarına uygun düşmüyor ve sürdürülemez de.

Bunu başaramazlar. Dönülür dolaşılır, yine grup hakları kabul edilir, demokratik çözüm öyle olabilir. Akıntıya kürek çekilemez.

***

“AB’ye niye alınmıyoruz?” diye fena bozuluyorlar. Kafa bu. Bu kafayla mı AB’ye katılacaksın? Hangi çağda yaşıyoruz?..

***

Kılıçdaroğlu ekibi ve bazı ‘gelişme’ işaretleri

Kemal Kılıçdaroğlu önderliğindeki yeni CHP kadrosunda, zikzaklı ve bulanık da olsa bir ‘kıpırtı’, bir aranış var. Bu bir gelişme. Ancak CHP'de çok sayıda ırkçı ve kaşarlanmış kişi de  var. Ancak bu gibi kişiler ‘ilerici’ ve ‘sosyal demokrat’  görünmek istiyorlar. CHP’de  cılız da olsa, bir aydınlanma  var: Örneğin, CHP'nin Türkçü  Genel Başkan yardımcısı ve Anayasa Hazırlık Komisyonu üyesi Prof.Süheyl Batum,  beklenmedik bir biçimde, anadilinin okullarda okutulmasına ‘karşı olmadığını’ açıkladı. Ama net değil. Bir başka  CHP Genel Başkan yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, “Üç kırmızı çizgi de dahil, her şeyi önyargısız masada görüşmeye hazırız” diyor. Tanrıkulu demokrat biri. Bunlar olumlu gelişmeler. Umarız gerisi gelir. Ancak ikircikli örnekler az değil: Daha önce Kılıçdaroğlu, ‘AB normlarında yeni bir anayasaya destek vereceklerini’,  demokratik düzenlemelere katkıda bulunacaklarını söylemişti. Ancak, aynı ‘Kılıçdaroğlu:Anayasanın ilk üç maddesi, kırmızı çizgilerimiz’ diyor ve işte o noktada çağdaş normlardan sapmış  oluyor (internet,15 ekim).

***

Peki bu ilk üç maddede ne yazılı?

Birinci maddede devletin cumhuriyet olduğu yazılı. Krallık isteyen olmadığına göre, geçin bunu.

İkinci madde, bir çorba, bir yanı ideolojik. Devletin ‘Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti’ olduğu söyleniyor.

‘Atatürk milliyetçiliği’ de ne demek? Her yana çekilebilecek ve kişiye göre değişebilecek bir ifade,herkes ‘Atatürk milliyetçisi’ olmak zorunda mı, hukukî bir terim değil bu, anayasada işi ne? Faşist, Marksist ve Teokratik devletin ideolojik referansları olabilir, ama demokratik devletin olmaz. ‘Atatürk milliyetçiliği’ 12 Eylül’ün ideolojik bir referansı.

Demokratik devletin referansı demokratik normlar, değerler olabilir, ideolojiler değil.

Peki, anayasada, ‘başlangıçta belirtilen temel ilkeler’ de ne ola ki? Başlangıçta  milliyetçi ve ideolojik bir ‘hava bombardımanı’ var.

Böylesine ideolojik ifadelerin demokratik bir anayasada yeri olabilir mi?..

Üçüncü maddede, ‘Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir’ diye bir kısım  var, o da sorun. ‘Bölünmez millet’ deyimi de ideolojik, faşizan bir deyim. Bununla Türk milleti mi korunmak isteniyor? Kimden ve kime karşı? Var mı öyle bölücü bir güç, olabilir mi,kim ya da kimler? Bu kaygı niye? Türkiye bir muz cumhuriyeti mi?.. Ayrıca, devletin dili değil, resmi dili ya da dilleri olur ya da hiç olmaz (Çin’in 50 üzeri, RF ve Hindistan’ın 30 üzeri, küçücük Dağıstan’ın  14 resmi dili var, ABD, Avustralya ve daha birçok ülkeninse resmi dili yok; bu ülkeler bölünmüş, ortadan kalkmış mı oluyorlar ya da o ülkeler, kendi insanları açısından daha az mı değerliler?) (8).

Anayasa’nın 66’ncı maddesi ‘Türk’ün tanımını yapıyor, Türk tanımı anayasa yerine, tarih ya da sosyoloji derslerinin konusu olabilir.

Yeni bir anayasa kabul edilmeli. Masaya hiçbir kırmızı çizgi getirilmemeli. ‘Kırmızı çizgiler’, özgürlükleri koruma altına alacak, uluslar arası demokratik normlara (değerlere) uygun düşecek, onların ve Türkiye’nin  önünü açacak nitelikte olmalı.

***

Dil sorunu ve Romanya örneği

Dil diyerek pek  uzağa gitmeye de gerek yok. Çerkesler olarak, önümüzde bir İsrail örneği var. İsrail’de, Çerkesçe de dâhil birçok dil devletçe tanınıyor ve okullarda okutuluyor, ülke  bölünmüyor, böyle bir korku da yok. Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye'de de öyle bir korku yoktu. Korkuyu  şefler,militaristler icat ettiler.

Romanya’da Rumen çoğunluğu (21,7 milyon) ile büyük azınlıklar Macar (1,4 milyon) ve Romanlar (535 bin) dışında, nüfusun ancak yüzde 1,4’ü olan 19 küçük azınlık daha yaşıyor: ‘Ukraynalı, Alman, Lipovan, Türk, Tatar, Sırp, Slovak, Bulgar, Çerkes, Hırvat, Yunanlı, Rus, İbrani, Çek, Polonyalı, İtalyan, Çinli, Ermeni ve Csángólar (1266 kişi) ' (9). Devam edelim: Romanya’da yaşayan bu 19 küçük azınlık grubundan sorumlu olacak bir bakanlık da kurulmuş ve azınlıkların sorunlarıyla ilgilenmekle görevlendirilmiştir. Romanya hükümeti her bir azınlık grubuna parasal yardım yapıyor, toplulukların geleneklerini korumaları ve diğer gereksinmeleri için destekte bulunuyor.Küçük azınlıkların kendi aralarında anlaşarak, kendilerini temsil etmeleri için,  parlamentoda onlara ortak 1 milletvekili kontenjanı tanınmıştır. Bu minik  azınlıkların nüfusları ise, 61,091 (Ukraynalı) ile 1,266 (Csángó) arasında değişiyor (2002).

Yerel Kamu Yönetimi Yasası da, azınlık nüfusunun yüzde 20 oranında olduğu yörelerde azınlık dillerinin de resmî dil olarak kullanılmalarına izin veriyor. Yine bu gibi yörelere azınlık dilini bilen polisler atanıyor.

Bütün bunlar bizim milliyetçi ‘prof’, ‘diplomat’, ‘yazar’ ve emekli ‘general’ titrli kişilerimizin kulaklarına birer  küpe olarak takılmalı…

***

 

  

Anayasada nelere yer verilmeli,nelere verilmemeli, İsviçre örneği

Yansız, uzman kişiler tarafından demokratik ülkelerin anayasaları incelenmeli ve kavranmalı. Türkiye'de yeterli sayıda anayasa uzmanı var, birçoğu güvenilir ve demokrat kişi. Ülkenin etnik, sosyolojik, dil ve din yapısı dikkate alınmalı, ayırım yapılmamalı, hepsine eşit haklar tanınmalı. Bastırcı değil, destekleyici bir politika benimsenmeli.

Topluluklarımız ülkenin bir zenginliğidir.

Unutulmamalı, en küçük toplulukları ve birimleri gözeten, bunları hesaba katan bir demokrasi, en gelişmiş olan demokrasidir.  4 resmi dili ve 26 kantonu olan İsviçre bunun kadim, klasik bir örneğidir. İsviçre'de köy ya da bucak yönetimi [Gemeinde ] bile köy okulunda okutulacak dilleri ve dersleri belirleyebiliyor.İsviçre Anayasası   sayısı 3,000'e yakın olan köye ya da  bucağa o gibi yetkileri tanıyor. Dil, din, mezhep ve yöresel topluluklar anayasal güvence altında, bir kantondan [eyalet],  bir etnik yöreden başka bir kantona ya da  etnik yöreye [Gemeinde'ye], yörelerin etnik ya da dini yapısını bozacak oranda nüfus transferine yasal  izin verilmiyor, kantonların ya da Gemeinde’lerin etnik ya da dini oranları sabit tutuluyor, yani birliğin etnik, geleneksel, yöresel ve dini bileşimi (yapısı) korunuyor, Sovyetler döneminde yapıldığı gibi, Rus nüfusun devlet tarafından taşınıp etnik yörelere yerleştirilmeleri gibi  uygulamalara izin yok, yasak. Ekonomik yönden zayıflayan  yöreler İsviçre merkezi yönetimince koruma altında tutuluyor. Bir kantondan diğerine çalışma amaçlı gidilebiliyor, ama bileşimi bozacak türden  yerleşmelere izin verilmiyor.  Bu gibi konulara -bir yörenin halkına-  saygılı olunduğu ve özen gösterildiği için, İsviçre, yüzyıllardan beri bir barış adası olarak varlığını sürdürüyor.

Ulusalcılar, -bunlara milliyetçi ‘proflar’, ulusalcı ‘aydın’, ‘diplomat’, ‘emekli general’, ‘yazar’, “bürokrat, vb de dâhiller- şöyle diyorlar: Kürt, Laz, Çerkes ve diğerleri kendi anadillerinde öğrenim görecek olurlarsa, bu gruplar birbirlerinden  uzaklaşır, birbirlerini  anlayamaz olurlar, ülke de bölünür. Saçma. Bu insanlar geçmişe, İmparatorluk ya da Şeflik dönemi tarih anlayışlarına   takılı kalmış kişiler,öyle yetiştirilmişler.

İşin gerçeği küçük diller komada, küçük dilleri bilenler günden güne azalıyor, küçük diller toptan yok olmak üzereler, Türkçe bütün dilleri yutmuş durumda ya da yutuyor. İyi mi oluyor? Bu tür önyargılı olan, ne dediğini bilmeyen, ama konuştukça konuşan boş kişi sayısı  maalesef az değil. Bunlar 90 yıllık yoğunlaştırılmış Türkçü ideolojik eğitim ve propagandanın  zehirlediği ve dünya normlarının dışına attığı hasta kişiler, bazılarının  böylesine şeylerden kişisel çıkarı  var tabii.

 

 

Böylesine saçma sözler geçerli ve haklı olamaz. Türkçe, genel bir resmi dil, Türkiye'nin bütün okullarında zorunlu ders dili olarak okutuluyor, okutulacak ve devletin her kademesinde kullanılacak; her yurttaş, kaçınılmaz olarak Türkçe'yi öğreniyor, öğrenmeye de devam edecek. Bu kaygı niye?..Türkçe yayın yapan binlerce Tv ve radyo istasyonu, yüzlerce gazete, sokak var. Azınlıkların nesi var? Ancak, bu ırkçılar, yine de herkesi Türk yapma ve bütün dilleri Türkçe’nin içinde eritme tutkularından, hastalıklarından vazgeçmiyorlar, vaz geçmezler de. Bu bir paranoyadır.

***

Ulus adı mı, ülke adı mı? Demagoji üstüne demagoji

O tür kişiler, Fransa’yı örnek aldıklarını, Fransa’da Fransızca dışında herhangi bir azınlık dilinin okullarda 'okutulmadığını' söylüyorlardı. Sanırsınız, Fransa da tıpkı bir  Türkiye. Yalan. Fransa’da bütün azınlık dilleri, istek olması durumunda Kürtçe  bile devletçe, öğretmeni de devlet tarafından bulunarak bütün devlet okullarında okutuluyor ya da o hak var. 20 öğrenci bulunduğunda Çerkesçe de okutulabilir. Avrupa’da dil yasağı diye bir şey, bir kavram  yok. Dil yasağı ya da anadilinde eğitim yasağı, 193 dünya devleti içinde sadece Türkiye’de var. Utanmak gerekir.

Ama ırkçı da,faşist te utanma ne gezer?

***

Bir demagoji de şöyle: “Batı anayasalarında ‘İspanyol’, 'Amerikalı', 'Alman' gibi ifadeler  var, niye Türk ifadesi olmasın ki?” diyorlar. Ahmak kandırmak istiyorlar. Bu gibi kişiler demagoji yapıyorlar. O tür adlar,etnik/ırk adını değil, ülke (ülke toprağı) anlamını içeriyorlar, yani ‘Türkiye’, ‘Türkiye ülkesi’ gibi kavramların karşılıkları. Sözgelişi, bizde de, 'Adıge' sözcüğü, duruma göre, hem ‘ülke’ (Adıge ülkesi/Çerkesya) ve hem de ‘o ülkede (Adıge ülkesinde) yaşayan insan’ (yani ‘Çerkes insanı, Çerkesyalı’) anlamlarını içeriyor: 'Adıge’m sık'oşt=Adıge ülkesine/Çerkesya'ya gideceğim'; 'Se sı Adıg=Ben bir Çerkes'im/Ben bir Adıge ülkesi insanıyım'...

‘Türk’ sözcüğü ise öyle değil, farklı, bir ülkeyi, teritoryali  değil, bir ulusal (etnik) topluluğu tanımlıyor, yani ülke karşılığı değil, bu bakımdan toprağa dayalı  üst kimlik olamaz ama ülkeye adını verebilir: Türkiye. Ayrıca , Türkiyeli Türk var, Kıbrıslı Türk var, bu ikisi aynı şey değil, kimlik olarak hangisi seçilecek?..

O türden ırkçı kişiler, daha düne değin, Çerkes adının kökeni için ‘Baykal Gölü çevresinde yaşayan bir koy, Kırgız’, Kürtler için de ‘Kart-Kurt’ diyor, yalanlar uyduruyorlardı. ‘Kırgız’ ya da Kart-Kurt olmak, herhalde  o gibi kişilere daha yakışır.

***

Altan Tan ne diyor?

Diyarbakır milletvekili Altan Tan bir TV’de şunları söyledi: “Bugün, Türkiye’nin Batı illerine sürülen ya da oralara yerleşen Kürtlerin yüzde 60’ı  Kürtçe bilmiyor. Önlem alınmadığında, Türkiye'de  Kürtçe bilmeyenlerin oranı, 20 yıl sonra yüzde 85’e ulaşacak, Kürtçe  ölecek”. Özetle böyle diyor Sayın Tan.

Oyalama da bunun için, asimilasyon sürecini biran önce tamamlamak, herkesi 'Türk yapmak'  için olmalı...

Demek ki, dilini yitirenler, asimilasyon tırpanından geçirilenler  sadece Çerkesler ve diğer daha küçük topluluklar değilmiş. Kürtçe gibi büyük  bir dil bile asimilasyon ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.

***

Öylesine bir çağda (küresel çağda) yaşıyoruz ki, eskiden birkaç yüzyılda tamamlanan süreçler, günümüzde birkaç on yılda tamamlanabiliyor. Yani, küresel çağda, asırlar yıllara sığdırılabiliyor, o denli kapsamlı ve hızlılık kazanmış bir dünyada yaşıyoruz. Dört bir yanı silâhlı avcılarla çevrili zayıf avlar konumundayız.

Ancak yeterli önlem alındığında [yeterli bir özgürlük ortamı ve devlet desteği olduğunda], süreç tersine çevrilebiliyor: Bask, İskoç ve Gal dillerinin canlanışı bunun çarpıcı örnekleri. O topluluklara özerklikler tanındı, yani devlet iktidarları var. İskoçya'nın özerkliği genişletilince, 20 yıl içinde İskoçça konuşanların oranı yüzde 2'den yüzde 20'ye tırmandı,tırmanış hızlanarak sürüyor. Bu örnekten de anlaşılabileceği gibi, yaşamaları için dil ve etnik kimliklerin devlet koruması altına alınması, olumsuz (baskıcı) anlayışların engellenmesi, kaldırılmaları, kınanmaları gerekiyor. Dillerin yaşamaları kimseye zarar vermez.  Örneğin, asimilasyoncu ve baskıcı Türkiye ortamında, baskı gören   milyonu aşkın  Çerkes anadilini koruyamıyor, genç nüfus Çerkesçe bilmiyor, ama devlet destekli  4 ya da 5 bin Çerkes,  İsrail’de dilini koruyor, çocuklar bile şakır şakır Çerkesçe konuşuyor. Çarpıcı bir örnek. 40 yıl önce biz de öyleydik...

Bu gerçeği iyi kavramamız, geyik muhabbeti ile vakit öldürmememiz gerekiyor. Çok okumalıyız, çağı anlamaya çalışmalıyız. Maalesef okumuyoruz, sitelerimizde yeterli sayıda kaliteli yazı yazılmıyor, bazı çeviriler de olmasa işimiz iş. Bazı kişiler bilimsel ve kültürel çalışmaları küçümsüyor, yazılanları uzun buluyor ve karalamaya kalkışıyorlar. Kitaplar daha uzun,niye yazılıyorlar? Okumadan başarı olur mu? Çok yazık. Öyleleri ile hiçbir yere varılamaz.  

Bilgi birikimi, aydınlanma, bilinçlenme ve harekete geçme süreçleri aynı anda ve birden bire olmaz, süreç uzayabilir. Gerçekçi olunmalı ve kolaycı başarılar peşinde koşulmamalı.

Yoksa, düş kırıklığı yaşanır.

Hedef, diasporada anadilinde eğitim hakkını elde etmek, anayurtta da cumhuriyet ve yörelerin güçlenmelerine, ilişkileri geliştirmeye, Rusya’dan da anayurda yeniden yerleşme ve çifte yurttaşlık  hakkını almaya çalışmak olmalıdır.

Yeni anayasanın içeriği ne olmalı?

O halde, yineleyelim, anayasada, üst kimlik, ‘Türkiye yurttaşlığı’ ya da ‘Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı’ olmalı,   alt kimlikler olarak, etnik, dil, din ve mezhep gruplarının eşitliği ilkesi (adlar değil ilke) kabul edilmeli. Hiçbir etnik grubun adı, (Türkler de dâhil) bir diğerinden üstün tutulmamalı ve anayasada yer almamalı.

Yerel yönetimlere (il,ilçe,bucak ve köylere),Avrupa Birliği normlarında genişletilmiş özerklikler,  yetkiler tanınmalı, yöneticiler seçimle belirlenmeli, etnik ve dini yörelerde yerel dilleri bilen ya da oralarda yaşayan insanların etnik kimliğinden ya da din ve mezhebinden olan devlet memuru ve polisler atanmalı, atamalarda nüfus oranları dikkate alınmalı, atamaları yerel yönetimler de yapabilmeli. Böyle yapılırsa insana ve o insanın mensup olduğu topluluğa saygı gösterilmiş olur,aşağılama ortadan kalkar.

Okullarda okutulacak diller ve dersler, dini ve etnik topluluklar ya da yerel yönetimler [gerektiğinde köyler]  tarafından belirlenmeli. Hangi derslerin zorunlu, hangilerinin seçmeli ders olarak okutulacağı gibi konular da, merkezin genel gözetiminde topluluklara ve yerel yönetimlere bırakılmalı.

Bu gibi ayrıntılar anayasada yer almayabilir ve yasal düzenlemelere de bırakılabilir. Burada önemli olanı, anayasada bu gibi hakların önünün açık olması ve engelleyici (antidemokratik) maddelerin konmamasıdır.

Dini eğitim ve dini örgütlenme işleri de, devlet gözetiminde dini toplulukların kendilerine bırakılmalı. ‘Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi’ dersi de, din ve mezheplere eşit mesafede olacak bir biçimde, yani tarafsız bir anlayışla hazırlanmalı, yazdırılmalı ve devlet okullarında isteyenlere seçmeli ders olarak okutulmalı. İsteyenler, AB normlarında özel dini ve azınlık okulları açabilmeli.

Son olarak, bilim, kültür ve düşünce özgürlüğünün önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.

 

 

 

 

(1)-‘Çerkes Sürgünü’-Vikipedi.

(2)-W.E.D.Allen ve ölü Paul Muratoff, ‘1828-1921 Türk-Kafkas Sınırındaki Harplerin Tarihi’,Gnkur.Basımevi,Ankara,1966,s.104.

(3)-‘Prof.Bırsır Batırbıy ile Söyleşi’,adigehaber.

(4)-"Kubanskie oblastnıe vedomosti", No 38, 1884.

(5)-T.V.Polovinkina, ‘Çerkesya Gönül Yaram’.

(6)-Kasumov’lar, ‘Çerkes Soykırımı’.

(7)-‘Geguak’o-Vısak’o Toplulukları ve Bir Şarkı Şöleni’,internet.

(8)-‘ List of official languages by state’-Wikipedia.

(9)- ‘Romanya’; ‘Romanya’daki azınlıklar’-Vikipedi

 

  

Not:Bazı yazı ve çevirilerimi facebook dışında, Kafkas Diasporası, Cherkessia.net,  adigehaber internet siteleri ile ‘Jıneps’ gazetesinden de izleyebilirsiniz. Ekleme, yeni düzeltme ve güncellemeleri  facebook hesabımdan izleyebilirsiniz.-hcy

 
  Bugün 39 ziyaretçi (46 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol