adigehaber
  Kırım'ın İşgal ve İlhakından Sonra - II
 

Kırım’ın İşgal ve İlhakından Sonra – II

27 Nisan 2014

 

Bir önceki yazımızda İki kardeş ve komşu ülke olan Kırım ve Çerkesya’nın hangi koşullar altında Rusya tarafından işgal ve ilhak edildiklerini anlatmış, Sovyetler döneminde, 1920’lerde Rusya’ya bağlı Adıge/ Çerkesler için 4 özerk yönetim birimi (3 oblast ve 1 rayon)oluşturulduğunu, 1921’de  Kırım’da da Rusya’ya bağlı özerk bir cumhuriyet kurulduğunu söylemiştik. Lenin döneminde, Sovyetler Birliği’nde tüm ulus ve etnik gruplara özerklikler/ haklar tanındığını belirtmiştik.

 

Esas konuya geçmeden önce birkaç önemli nokta üzerinde durmak istiyorum:

 

18-21 Nisan günleri   İstanbul’da, değişik ilçelerde kurulu  4 yeni Adıge/ Çerkes derneği ile Bağlarbaşı Kafkas derneğinde düzenlenen konferanslara Tarihçi Mahmud Bi ile birlikte katıldım. Konferansların düzenleyicileri  ilgili dernekler yönetimleri, Çerkesya yurtseverleri aktivistleri olarak Қube Nurhan FidanAv. Dr. Murat Yıldırım ve Semih Akgün idi. Konu tarihçi Hasaneko Hamid’in uzun çalışmalar sonucu oluşturduğu Çerkesya Tarihi Haritasını tanıtma ve onun  eşliğinde Çerkes tarihi konusunda toplumu bilgilendirme ve güncel sorunlara değinme idi.

 

Harita, Çerkes toprağının dili ve tapu kaydı/ tapu sicili değerinde bir önem taşıyor.

 

Bilindiği gibi Ruslar kendi Ruslarını, güdümlerindeki  Abhazları, bazı işbirlikçi Çerkesleri, vb kullanarak Çerkes tarihini bozmaya, uzak ve yakın geçmişi yok etmeye çalışıyorlar. Maalesef satılık Çerkes sayısı  bu son yıllarda hayli artmışa benziyor. Bunların çoğu da Türkiye'den gitme...

 

Daha aşağılarda bu gibi konulara da değineceğim. Ancak vaktim olmadığı için, bunu bir sonraki devam yazısına erteleme durumundayım.

 

Konferanslar boyunca yoğun ve kaliteli bir kitle katılımı vardı. Geniş, iyi tefriş edilmiş, yeni  ve donanımlı derneklerle karşılaştım. Holding merkezlerini aratmayacak düzeyde lüks ve son derece temiz bir görünüm vardı. Dernek mekânlarının hepsi birbirinden mükemmeldi diyebilirim. Demek ki bir kalkınma ve toparlanma dönemi yaşanıyor. Dernek çevrelerinde çok sayıda Çerkes ailesi bulunuyor, “bazı çevre  cadde ve sokaklar silme Çerkes” dendi bize. Taşradaki okey ve pişpirik oynanan sıradan kahvehane görünümü  yoktu buralarda, taşradaki bazı Kafkas dernek lokallerine benzemiyorlar bu yeni dernek salonları, her biri birkaç odalı, geniş salonlu, bazıları altlı üstlü, çift katlı yerler. Sordum, varlıklı Çerkeslerden ve işadamlarından da yardım alıyor, halktan destek görüyor, kahvaltı ve geceler düzenleyerek giderlerini karşılıyor, öğrencilere de burs veriyorlar...

 

18 Nisan Cuma günü akşamı Güngören’deki İstanbul Çerkes Derneği’nde ilk konferansı verdik. Adıge tarihçi Mahmud Bi, 1763 yılına değin uzanan eski Çerkes tarihini özetledi, önemli noktalara, dış saldırılara vurgular yaptı. 4. yy'daki Hun saldırıları sonucu Karadeniz kıyısındaki kentlerin imha edildiklerini, bunu Avar ve Moğol  saldırılarının  izlediğini, süreç içinde Çerkeslerin verimli topraklarını terk ederek dağlara çekildiklerini, feodal döneme geçildiğini, bölünmeler yaşandığını, çok sayıda küçük feodal birimin oluştuğunu ve Adıge yazısının da silindiğini  anlattı. Ben de öğretmen ve tarihçi Hasaneko Hamid’in Çerkesya Tarihi Haritası üzerinden 1763-1864 dönemi Çerkes tarihini özetlemeye çalıştım. Ayrıca izleyicilerin sorularını da yanıtladık.

 

1763 yılı  bir dönüm noktasıydı. O tarihe değin, parçalı/ bölünmüş olsalar da tüm Çerkes yöreleri bağımsızdılar. O yıl Ruslar Adıge  toprağının en zayıf/ en yumuşak karnında (Küçük Kabardey'de) diş göstermiş, Mozdok Kalesi'ni (Mezdegu)  kurarak  Çerkes toprağını ele geçirme niyetlerini uygulamaya koymuşlardı.

 

19 Nisan Cumartesi günü akşamı Gaziosmanpaşa Adıge Khase- Çerkes Derneği'nde, üç aşağı beş yukarı, aynı konuşmaları yineledik. Gençlerden gelen istekler üzerine, bir önceki dernekte ve izleyen her dernekte kısa birer Adıgece giriş konuşması  yaptım. Adıgeceye karşı yoğun bir özlem olduğunu sevinçle gözlemledim.

 

20 Nisan Pazar günü ilkin Bahçelievler Kafkas- Çerkes Derneği’nin verdiği sabah  kahvaltısına katıldık. Burada folklor (dans) çalışmaları için gelmiş küçük kız ve erkek çocuklarla karşılaştık; çocuklarla  ayaküstü söyleşiler yaptım. 8-9 yaşlarındaki bir kız çocuğuna sordum, “Pazar sabahları geliyor, Çerkes oyunlarını öğreniyoruz, Çerkesçeyi de öğrenmek istiyorum” dedi.

 

Aynı gün akşamleyin Anadolu yakasındaki Maltepe Çerkes Derneği’ne gittik. Burada dernek başkanı kardeşimiz Habraço Murat ÖzdenMustafa Saadet ve diğer hemşehrilerle konferans öncesi söyleştik, özlem giderdik. Her 4 dernekte konferanslarımız ilgiyle izlendi.

 

Son konferansımızı  21 Nisan Pazartesi günü akşamı Üsküdar  Bağlarbaşı’ndaki  İstanbul Kafkas Derneği’nde verdik. Konferansımız orada da ilgiyle izlendi.

 

Konferanslar sonrası  tek itiraz, Selimiye’deki Kafkas-Abhazya Derneği üyesi olan ve Abhaz yandaşı olarak tanınan Қeref Yalçın Karadaş’dan geldi. Karadaş, Çerkesya haritasına Abhaz tarihçilerden itirazlar  ve yalanlamalar geldiğini, örneğin sözkonusu  haritada bir Abhaz toprağı olan Gagra/ Ciget/ Sadz yöresinin, ayrıca Abazin ve Karaçay bölgelerinin egemen Çerkesya toprağı içinde imişler gibi   gösterildiğini,  Soçi merkezli Çerkes Devleti topraklarının    Şapsığ, Vıbıh ve Abzah yöreleri ile sınırlandığını, oysa Abhazya, Karaçay ve Kabardey’in de bu oluşum, Çerkes Devleti içinde yer aldığını, Barakay(Brakıy) ve benzeri bölgelerin de birer yıldızla 12 yıldızlı bayrakta temsil edildikleri gerçeğinin  gizlendiğini iddia etti. 

 

Yalçın bey, anlaşılan tarih denen şeyi bilmiyor olmalıydı. Nitekim konferans organizatörlerinden Av. Dr. Murat Yıldırım, Yalçın beyin itirazlarına ilişkin olarak, 1861 yılında,  Soçi’de bir araya gelen  üç bölgenin (Abzah, Şapsığ ve Vıbıh'ın)  bağımsız kalmış son bölgeler olduklarını, diğer yerlerin Rus istilâsına uğradıklarını, bu nedenle istilâ altındaki bu yerlerin  Soçi merkezli  son Çerkes Devleti yapılanması içinde yer alamadıklarını açıkladı.

 

Biz de Yalçın beyin ve diğer Abhaz iddiacıların söylediklerinin doğru olmadığını, 1864 yılına değin Bzıb Irmağının Çerkesya-Rusya sınırını oluşturduğunu, bunun Rusya ile Osmanlı Devleti arasında  imzalanmış olan 1812 Bükreş Antlaşması ile de kayıt altına alınmış, teyit edilmiş  bir gerçek olduğunu, Gagra ya da Ciget/ Sadz yöresinin   Çerkesya tarafında bulunduğunu, egemen bir Çerkes toprağı olduğunu; Rus korumasındaki Abhaz prensliğinin ise Rusya tarafında kaldığını, tarihsel gerçeklerin böyle olduğunu; 1830’lardaki 12 bölgeli(eyaletli) eski Çerkesya ile, o tarihten çok sonra, 1861’de kurulan ve 1864 yılına değin yaşayan  Soçi merkezli ve  12 okrug’dan (ilden) oluşan  yeni Çerkes Ulusal Meclisi yönetiminin/ son egemen Çerkes Devleti'nin  birbirinden ayrı şeyler/ oluşumlar olduğunu, Yalçın beyin bu iki ayrı olguyu  karıştırdığını, arada 30 yıl gibi bir zaman aralığının da bulunduğunu, tarih biliminde  yer ve zaman  diye bir kavram bulunduğunu söyledik.

 

Tarihçi Mahmud Bi Adıge/ Çerkes bayrağı konusunda uzman bir kişi, 12 sayısının Adıgelerde çok eskilerden beri  kutsal/ uğurlu sayılan  bir sayı/ bir norm olduğunu, 12 sayısının sırf bayrakla/ yıldız sayısıyla  sınırlı tutulmaması, adlarla da ilişkilendirilmemesi  gerektiğini belirtti.

 

Yalan politikaları


Tanıdık  Ḱobl Bram Alaudin emekli edebiyat öğretmeni, şimdi Güngören’deki İstanbul Çerkes Derneği’nde  çocuklara Çerkesçe dersler veriyor, ilgi yoğun. Kendisinden ilginç bir anlatı dinledim:

 

“Adıge Cumhuriyeti gezim sırasında  doğal gaz boru hatları  döşenmesi için   kazılar yapılıyordu. Hat boyunca eski yerleşim yeri izleri ve arkeolojik buluntularla karşılaşılıyordu. Altın eşyalar da bulunuyordu. Kazı heyeti başkanına sordum: ‘Bu mezarlar ve eşyalar hangi ulusa ait?’ diye. ‘Yunanlılara ait’ yanıtını aldım. ‘Peki buralarda kimler yaşıyorlardı?’ dedim, ‘Yunanlılar’ dedi. ‘Ya Adıgeler, Çerkesler’ dedim, ‘Onlar daha sonra bu yerlere geldiler’ dedi. Bunun üzerine, ‘Çerkeslerin bu yerlere  sonradan geldiklerini bildiğinize göre, nereden geldiklerini de biliyor olmalısınız, size göre Adıgeler bu yerlere nerelerden gelmiş olabilirler?’ dedim. Rus arkeolog kıpkırmızı kesildi, yanıt veremedi”…

 

Bu örnek de gösteriyor ki, çağımızda bilim politikanın emrine girebiliyor.

 

                                                                                                   ***

 

Küçük kızım Erasmus programı çerçevesinde, önümüzdeki eğitim yılında Polonya’da eğitim görme hakkını kazandı. Annesi, çoktandır görmediğim eski bir Orta Atlas’ı getirdi, kızının Polonya’da gideceği kenti  göstermemi ve Polonya hakkında bilgi vermemi   istedi. ‘Polonya geleneksel anlamda Çerkes dostu olan bir ülke’ dedim. Derken Atlas sayfalarında daha önce kestiğim ve varlıklarını unuttuğum birkaç gazete küpürü/ kesiği ile karşılaştım. Bunlardan biri de 15.05.1997 tarihli Milliyet’te yayınlanan Nilüfer Kuyaş’ın “Yalancının Mumu Sönmeyebilir” başlıklı yazısı.

 

O sıralar dünyaca ünlü Fransız düşünür Jaques Derrida (1930-2004) İstanbul’a gelmiş,Fransız Kültür Merkezi’nde “Yalanın Tarihi: Yalanın Durumu, Devlet yalanı” konulu bir konferans vermişti. Nilüfer Kuyaş, sözkonusu yazısında, konferansa ve Derrida’ya ilişkin izlenimlerini özetliyordu. Yazının üst başlığı da şöyleydi: "Filozof Jaques Derrida'ya göre aydınlar gerçeğin bekçisi olmalı".

 

Derrida şöyle diyor: “Yalanın yeni, modern sınırlarını, daha doğrusu sınırsızlığını tanımlamak gibi bir görevle karşı karşıyayız”. ‘Çünkü sözkonusu olan, kişilerin değil devletlerin yalanı’. Derrida, konferansında, 20. yüzyılın politik yalanlarına karşı en büyük fikir mücadelesini vermiş düşünürlerinden birini, Alman düşünür Bayan  Hannah Arendt’i(1906-1975) örnek verdi; Arendt’in Nazi savaş suçluları davasındaki boşluklar ve ABD’nin Vietnam politikasındaki yalanları üzerine geliştirdiği “Modern politikada yalan”  teorisini ele aldı. Arendt, gerçekten çarpıcı bir sonuca ulaşmış:

“Politika aracı olarak yalan, artık gerçeği gizlemekle yetinmemekte, gerçeği bozmakta yani yok etmektedir” (1997’de bu cümlenin altını çizmişim, iyi ki çizmişim, yoksa gazete kesiği dikkatimden kaçabilirdi- hcy).


Devlet yalanını, devletin gerçekleri çarpıtmasını, bozmasını önlemek için yapılması gereken şey Derrida’ya göre şuydu: “Sonsuz bir tartışmayı sürdürmek, kanıtları, tanıkları ve arşivleri yaşatmak, hep yeniden başlamak zorundayız”.


Derrida sözlerini şöyle sürdürüyor: “Modern politikada yalan, tarihi yaşamış olanların gözünün içine bakarak tarihi yeniden yazmaktır. Kurgu artık gerçeklikle ilişki kurmuyor, gerçekliğin   yerini alıyor.  Yeni çareler bulmak, yeni tepkiler geliştirmek zorundayız”.

“Yalancının mumu sönsün diye beklemek yerine, biz söndürmeliyiz. Derrida’nın mesajı da buydu” diyor sayın Nilüfer Kuyaş.

 

Sayın Ḱobl Bram Alaudin, Derrida ve Arendt’in söyledikleri hepimiz, doğruları savunan herkes için kulaklara küpe olmalı.

 

Dıştan, çevreden ve içten büyük bir yalan kampanyası ile karşı karşıyayız, tarihimiz, etnik bütünlüğümüz yok edilmek isteniyor. Örnekler ve yalan savunucuları sayısız. RF Devlet Başkanı Vladimir Putin’den iki   örnek/ alıntı ile başlayalım:

 

Putin“Kırım’ı 1783’te Rus kanı dökerek aldık, Kırım Rus toprağıdır” diyor. Peki, 1783 yılı öncesi ve Tatar gerçeği, dökülen Tatar kanları nereye konacak?..

 

- Aynı Putin“Soçi’de Yunanlılar, Türkler yaşadılar, Soçi’yi biz 1829 Edirne Antlaşması’yla Osmanlılardan aldık” demişti.  Doğru muydu bu? Soçi’de Osmanlılar yaşıyorlar mıydı? Asla...Gerçek olanı nedir? 1812 Bükreş Antlaşması gereği, Kuban Irmağı ağzı ile daha güneyde Bzıb Irmağı ağzı arasındaki  Karadeniz (-Çerkesya-) kıyıları Osmanlı Devleti’ne, Bzıb Irmağı ağzından Poti’ye kadar olan Karadeniz kıyıları ve gerisindeki   Abhazya ve  Mingrelya prenslikleri ile İmereti Krallığı toprakları da Rusya’ya bırakıldı. Bir de Osmanlı, antlaşma gereği Sırbistan’a özerklik verdi.

  

Ruslar izleyen 1829 Edirne Antlaşması’yla Osmanlılardan Çerkesya’yı, Soçi’yi  değil,  Çerkesya kıyılarının  denetimini aldılar. Osmanlılar kendilerinde olmayanı verebilirler miydi? Ruslar, daha sonra, 1837-39 yıllarında   Çerkesya kıyılarına çıkartmalar   yaptılar, bu bağlamda, 1838’de şimdiki Soçi’nin bulunduğu yeri, Soçi Irmağı (Ŝaçe)  ağzını işgal ettiler ve bu yerde  Navaginsk adlı bir kale kurdular. Demek ki, Ruslar Soçi'yi Osmanlılardan değil, kan dökerek Çerkeslerden aldılar. Daha sonra kaleyi tahliye ettiler, kale 1864’e değin Çerkeslerin elinde kaldı. Ruslar   1864’te Çerkeslere boyun eğdirerek metruk  Navaginsk Kalesi’ni   25 Mart 1864’te ikinci kez/ yeniden   ele geçirdiler. Birileri bu tarihsel  gerçeği Sayın Putin'e anlatmalı. Biz de anımsatalım, 1838 Rus çıkartması öncesinde şimdiki Soçi yerinde bir Çerkes (vıbıh/wəbəx) yerleşimi vardı.

 

(Devam edecek)

 
 
  Bugün 2 ziyaretçi (11 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol