adigehaber
  Ayşet - 12
 
Ayşet – 12
 
 
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s. 80-89)
                                       XII
Dün geçirdiği zorlu yolculuğa, ardından akşam yaşadığı üzücü duruma göre, Charles de Ferriole şimdi çok daha iyiydi. İnsanın içini karartan sıkıcı ve tek düze kırları geride bırakmış, dağlık alana varmıştı, soğuk yağmur ve bulutlardan kurtulmuş, güneşli bir günün içine girmişti, bu nedenle mi ya da başka bir nedenle mi ya da kavuşacağı sevinçli bir şey için mi, ne, neşeli bir hali vardı?
İnsanın dünyası gece ve gündüz gibidir sözü doğru olmalı.
Kont Charles de Ferriole içinde doğduğu toplumun dil ve düşünce biçimi ile yaşamını ve esprilerini, konuşma ve davranışlarını bir yana bırakıp nereye gidiyordu böyle, iyisi ve kötüsüyle, kont, doğduğu bu yere - Fransa’ya- aitti. Aşkın tadını ya da acısını, sevincini ya da kaygılarını bilmeyen yoktur. Herkes bunları kabul etse bile, aşk anlayışı, yine kişilere göre değişir. Biri aşkını gizler, diğeri açığa vurur, ama her biri bir annenin karnından çıkar.
Gizli aşk nasıl olur?
Aşkın olduğu bir yerde gizli aşk da vardır. Fransız aşkı da, diğer ulusların aşklarından fazla farklı değil, ancak haşmetmeap, güneş kral XIV. Louis’nin hükümdarlığı döneminde bazı değişiklikler, ülkede bazı yenilikler gerçekleşmişti. Kralın aşk anlayışındaki değişim ve yenilikler topluma da yansıyordu. Aşırıya kaçan aşklar ya da serbest aşklar, evli aileler ya da evli olmayan kişiler tarafından da yadırganır olmaktan çıkmıştı. Bu durum Fransız geleneğinde yeni oluşmuş bir gelişim olarak benimsenmişti. Bu gibi oluşumlar kral ve kraliçenin katıldığı bitmez tükenmez akşam buluşmalarından başlıyor, değişik sorunların görüşüldüğü ve varlıklı kesimlerin katıldığı salon toplantılarında da devam ediyordu, ayrıca gizli kadın-erkek buluşma yerleri oluşmuştu, aşk ilişkileri oralardan da yayılıyordu. Bu tür toplantı ve buluşma yerlerine katılanlardan biri de, toyluk günlerinden başlamak üzere Charles de Ferriole idi.
Charles de Ferriole’yi şu an mutlu eden şey, ulaştığı sonbahar güneşi, dağlık-ormanlık yerlerin değişik manzaraları, açık gökyüzü değildi, karşılaşacağı zevk uyandırıcı başka bir şey de değildi. Dün akşam başına gelen utandırıcı durumu fazla üzüntü çekmeden tatlı bir sonla kapatmıştı: “Dün akşam bu başıma gelene de ne demeli? Hiç başıma gelmemişti böyle bir şey. Bu şey -iktidarsızlık- o kadın yüzünden mi başına gelmişti, o kadınla sınırlı geçici bir şey miydi bu? Madlen’den sonra getirttiğim küçük kız beni yeniden canlandırdı. O kız Aissé’den olsa olsa beş-altı yaş daha büyüktü. Koynuma sımsıcacık vücuduyla sokulduğunda, onu Aissé sanmış mıyım, ne, kendime gelmemi sağladı… Benzeri bir şeyi bundan sonra da yaşayabilir miyim? Bilemiyorum, bazen pasifleştiğimde, ama ateşli bir kadını da düşlediğimde, aktifleştiğim durumlar oldu. Teşekkür ederim küçük Çerkes kızı, umudum sensin, benim güven, sevgi yumağım sensin. Türkiye’deki görevim sırasında eğitimini tamamlar, arzulayacağım güzellikte bir genç kız olursun…”.
İnsanı sevindirmek ya da üzmek zor şey değil: İyi bir haber ya da beklenmedik kötü bir haber, yeter.
Güzel anıları ile kont yeniden kendine güvenini kazanmış, dağlara-ormanlara neşeyle bakmaya başlamıştı; arada bir karşılaştığı güzel görünümlü çayır ve çimenleri geride bırakıyor, sırtlarda artaklamış bulut parçalarının, sislerin içinden geçiyor, landonunun tekerlek, atların nal seslerini dinliyor, hafifliyor ve içinden şarkı söylemek geçiyordu.
Yol boyundaki tavernalardan zevkine uygun birini görürse, sevdiği kırmızı şarapla şiş kebabını getirtecek, bir saat mola verecekti. Çok güzel bir kadınla karşılaşacak olsa bile, erkek gözüyle ona bakmayacaktı: Yolda, otelde görünüyor demezsen, Madlen, gerçekten güzel ve akıllı bir kadındı. Elbette dikkatli olurum Madlen. İçimden kabul etmek istemesem bile, artık genç olmadığımın farkındayım. İstanbul’a varana dek, dediğine uyar, kadınlardan uzak dururum, sonrasına ise, daha sonra bakarız… Ama bakarsın yine karşılaşırız dediğini unutma, güneş kralımızın dediği gibi, ülke, devlet biziz!”
Charles de Ferriole kadın konusunda verdiği sözü tuttu, Ayşet’i vaftiz ettirdiği ve Fransızca ad verdirdiği Lyon kentine vardı, orada durmayı düşünmüyordu. Ne yapacaktı ki orada, kim bekliyordu onu? Lyon’u geçtikten sonra, Augustin-Antoine’nin çalıştığı Valence (Valans) şehrine yarım günde varacaktı. Orada iki kardeş buluşacak, görüşecek ve bir arada olacaktı. Aynı anadan doğmuş, beraber büyümüş değiller miydi? Birbirlerine söyleyecek, önerecek çok şeyleri vardı: “Zavallı kardeşim belli etmek istemiyor ama şu iki kız kardeşten çektiği şeyler onu yorgun düşürmüş, gözümden kaçmış değil. Ben ona kıyasla otuz yaşlarında görünüyorum. Kardeşim, her şeyi içine atarak kendini yedirdin. Bu nedenle olmalı Valans’a kapanması, vergi işini bahane edip Dauphiné ilinde kalması. Görmüyor musun Claudine- Alexandrine’nin kendini güzel ve üstün görüp kitap yazacağım diye kalkışmasını, yarattığı gürültüyü… Kime küsmüş o? Ulaşamadığı bir aşk mı ya da düş kırıklığı mı? Charlotte-Elizabéth Aissé’yi kız kardeşine bıraktığım gün bunu yapmayabilirdi. Ayrıca Marie-Angélique’nin hamileliği bile onu durdurmadı. Ağabeyi Pierre Guérin de Tencin’in bir din adamı olması da onu engelleyemedi. Öyle diyorum ama o değil miydi bize moral veren kişi? Pierre eğitimli, terbiyeli ve saygılı biri. İki kız kardeşine göre sözüne ve davranışlarına dikkat eden, kişilikli biri. Aissé’yi en iyi manastıra aldırmam konusunda bana yardımcı oldu. Ama din adamlarının ne yapacaklarını bilemiyorum… Jeanette Nicole (Janet Nikol) onlardan biri olduğu halde bana nasıl da insanın içini eritecek biçimde bakıyordu… Zavallı Claudine- Alexandrine şimdi ne durumda? Sol tarafta, Grenoble’ye uzak olmayan bir yerdeki Monflöri (Montfleury) manastırında. Valans’a yarım gün ya da biraz daha uzak mesafede. Kontes Marie-Angélique ile kardeşimin hatırı için Monflöri’ye bir sapsam, ne durumda olduğunu, bir ihtiyacı olup olmadığını bir sorsam, yardımcı olsam, günahlarını hafifletmiş, ben de sevap kazanmış olurdum… Tanrım, bu kız, ne diye en katı, en itici manastırı seçmiş ki?..”
- Dur! – diye sürücüye seslendi. – Bu taverna önündeki Augustin-Antoine’in arabası değil mi? Evet, o, kardeşim. – Augustin-Antoine! – diyerek ağabey Ferriole arabadan atladı, yüzü asık biçimde kendisini karşılayan kardeşine sordu: - Nereye gidiyorsun, yanında kim var? Pierre Guérin de Tencin değil mi o gelen? Evet, o, piskopos bu. Pierre ne de çok oldu seninle görüşmediğimiz! Ne yapıyorsun, nasılsın? İyisin değil mi?
- Her şey iyiydi, kont, bu üzücü olay olmasaydı…
- Nereye gittiğinizi sormayacağım. Claudine- Alexandrine’nin yanına Monflöri’ye gidiyor olmalısınız. Arabamı çeviriyorum, ben de sizinle geliyorum.
- Türkiye yolundasın, kont.
- Önemli mi, yarım ya da tam gün gecikmiş olamaz mıyım? Sorun değil.
Ferriole’ler iki landon (fayton) halinde Monflöri yoluna saptılar. Rüzgar esiyor, güneş ara sıra dağ sırtından görünüyordu, değişik renkte yapraklar sabah rüzgarının etkisiyle hışırtılı sesler çıkarıyorlardı, otlar ve çimenler beyaz bir kırağı ile kaplanmıştı, dağınık bulut parçaları da gökyüzüne dağılmışlardı. Her taraf sessizlik ve dinginlik içindeydi, uyumsuz hiçbir şey görünmüyordu.
Öndeki arabada iki kardeş birlikte oturuyordu, gerideki arabadaysa piskopos Pierre Guérin de Tencin oturuyordu.
- Dünyanın nereye gittiğini tam kestiremediğimiz bir dönemi yaşıyoruz, kardeşim, - arabanın penceresinden bakarak, Charles de Ferriole bir iç çekti, kesintiye uğramış konuşmasına yeniden başladı. – Böylesine güzelim bir dünyayı bırakıp en berbat bir manastıra çekilmek akıl kârı mı? Claudine- Alexandrine’nin böyle bir şey yapacağı aklımın köşesinden geçmezdi. Guérin ve Louise, kızlarının bu yaptığını görmeden aramızdan ayrıldıkları için şanslılar, iyi insanlardı. Tanrım, o iki talihsizin mekânını Cennet eyle. Ziyaretine gittiğimiz Claudine- Alexandrine bir yanlışlık yapmışsa, genç biri, bağışla onu. Gözün üzerimizde olsun, bize yanlış işler yaptırma, günah işlememiş kişi yoktur yeryüzünde, bilerek, bilmeyerek işlediğimiz günahları affet Tanrım, bizi günah işlemekten alıkoy. Günahlardan arınmış kişiler gibi yaşamamızı sağla.
- Amin! – Augustin- Antoine isteksiz bir biçimde ağabeyinin dediklerini onayladı.
Biraz sonra Charles de Ferriole kardeşine sordu:
- Kont, niye konuşmuyorsun?
- Ne söyleyeyim? Söylediklerine katıldım ya.
- Onu demiyorum ben, - Charles de Ferriole kardeşinin isteksiz ve kapalı duruşundan hoşlanmamıştı, - boşboğaz eşinin kız kardeşinin yaptığı uygunsuz bir şey varsa ve biliyorsan bana da anlatmanı istiyorum.
- Bir şey bilmiyorum, - Augustin- Antoine karısından aşağılayıcı biçimde söz edilmesinden hoşlanmamış olduğunu belli eder biçimde konuşmasını kısa kesmişti , ardından kadının adını kötülemeden, yumuşak bir dille eklemede bulundu: - Kontes Marie-Angélique kız kardeşini uyarması sırasında, kız kardeşinin de manastıra kapanacağım diye karşılık vermiş olduğu, o geçtiğimiz günkü o olay dışında bir şey bilmiyorum. Sen de biliyorsun o şeyi.
- Biliyorum, ama bu bir bahane olamaz. Kontes Marie-Angélique ne dedi diye araştırmıyoruz, bize de olur olmaz çok şeyler söylüyor, bu yüzden onu kınıyor ve manastırın yolunu tutuyor değiliz. Doğru konuşmak gerekirse, August, bazen çok konuşuyor demezsek, Kontes Marie-Angélique fena bir gelin sayılmaz, Ferriole ailesinin yükünü taşıyor, Aissé’nin sorumluluğunu da ona yükledim. Peki, Pierre ne istiyor?
- Claudine’yi manastırdan çıkaracak.
- Kolay şey değil bu. Roma’daki Papa’nın izni olmadan kızı çıkaramaz. Papa izin verse bile, evlenmeme taahhüdü ve andı var, onu değiştiremez, o, artık ebedi bekâr yaşamak zorunda. Claudine- Alexandrine’nin çekildiği kadın manastırının kuralları öyle.
- Pierre de öyle olduğunu biliyor, yine de kız kardeşini manastırdan çıkarmak istiyor.
- Kız kardeşi evlenmeyecekse, bunda samimi ise, sorun çıkmaz. Ama emin değilim. Tanrım, bizi duy, bize acı, bizi anla, - içinden onaylayarak yalvardı ve duasını bitirdi: - Senden başka bizi düşünen yok. Amin de, Augustin-Antoine.
- İki kardeş de sessizleşti, bir süre sonra Augustin-Antoine sakınarak ağabeyine:
- Charles, bu yıl Tanrıya içinden hayli yakınlaşmış oldun, dedi.
- Sadece içimden değil, ruhumla da yalvarıyorum ona. Tanrıyı sürekli kalbinde taşı Augustin. Bilerek bilmeyerek çok sayıda olmayacak işler yaptığımız oluyor. Tanrının karşısında hiç tövbe ettin mi? Yılda bir kez olsun Tanrının karşısında tövbe edecek olursan, O’nun seni anlayacağından, seni kötülüklerden-günahlardan uzak tutacağından kuşkun olmasın.
Monflöri manastırının görünümü iç karartıcıydı. Manastır, içeriye ya da dışarıya bakmayı önleyen yüksek taş duvarlarla çevriliydi. Manastır binasının duvarları da kalındı, manastır gür bir ormanın içindeydi. Yeryüzünde en istenmeyecek bir yer varsa, orası, bu yer olmalıydı. Manastırın her yanında, mezarlığı anımsatan bir sessizlik hakimdi, sadece, ağaç tepelerine tünemiş kargaların sesleri bu sessizliği bozuyordu. Görünürde tek bir kişi bile yoktu. Taştan yapılma kilisenin sivra çan kulesi korkutucu bir biçimde duvarların üstüne taşmış dışarıya bakıyordu.
Büyük demir kapıya birkaç kez vurunca, gür bir kadın sesi kapının gerisinden geldi:
- Nereden geliyorsunuz? Ne istiyorsunuz?
- Ben Ambrön piskoposu, Pierre Guérin de Tencin. Kız kardeşim Claudine- Alexandrine burada Tanrıya hizmet ediyor.
Konuşmasına bir süre ara veren kadın yeniden konuştu:
- Tanrıya hizmet eden bacılar arasında öyle bir dünya adını taşıyan kimse yok, burada Tanrıya hizmet edenlerin hepsi kız kardeştir (avgustin’dir). Bacımızı niçin görmek istiyorsun?
- Onu görmek istiyorum.
- Bacılarımızı başpiskopos, sen de bilirsin, kimseyle bir araya getirmiyoruz.
- Kız kardeşimle görüşmek için Katolik Papa’nın bana verdiği izin kâğıdı elimde.
Konuşma bittiğinde kadın yeniden sordu:
- Kimler var yanında?
- Eniştem ve onun ağabeyi.
- Başpiskopos, seni kız kardeşinle görüştürmeye yetkili biri değilim. Manastırın yöneticisi Grenoble’de, yarın dönecek, yetki onda. Ama başpiskopos olduğun için seni kapı gerisinden kız kardeşinle konuşturabilirim, çağırın onu.
- Claudine- Alexandrine’yi görmüş olsaydım, içim rahat yoluma devam edecektim, - dedi Charles de Ferriole üzülmüş halde, - yine de sesini duyayım, yeter. Siz, anlaşıldığı kadarıyla, Claudine- Alexandrine’nin işini yarın çözeceksiniz.
- Pierre, sen misin? – üzgün bir sesle Claudine- Alexandrine ağabeyine seslendi.
- Benim, Claudine, benim. Augustin-Antoine yanımda. Türkiye’ye giderken Charles de Ferriole ile de yolda karşılaştık, o da bizimle geldi.
- Pierre, Augustin, beni aramaya geldiğiniz için sevindim, teşekkür ederim… Claudine- Alexandrine’nin içi bunaldı.
- Yarın, yarın!.. Gidelim bacımız, - manastır görevlisi kadın telaş içinde Claudine- Alexandrine’yi kapıdan uzaklaştırdı.
Kont Charles de Ferriole’nin başından iyi ya da kötü çok şey geçti, ama şimdiki gibi, kendisine açıkça tepki koyan bir kadınla karşılaşmamıştı. Kadın değil erkekse eğer, ister varlıklı, güçlü, isterse sıradan biri olsun, kral olmasın tek, o kişinin karşısına silahla dikilirdi: “Ne yaptım ben, tavuk beyinli o kıza? Ne diye bana kızıyor? Kızmasını gerektirecek bir suç işlediğimi sanmam. Türkiye’ye ilk gidişim sırasında talipli imişim gibi kendisiyle biraz şakalaşmış olmamı yanlış mı anlamış yoksa? Kadın kısmını umutlandırmak çok kolay. Bana böyle davranacağını bilseydim, güvendiğin güzelliğini görmen için seni kırık aynana baktırırdım. Küçük Çerkes kızı Aissé’yi İstanbul’dan getirmemden sonra bu kız iyice çıldırdı. Tabii, Charlotte-Elizabéth Aissé’nin senden daha güzel olacağını bilmeden onu evime getirmiş değilim. Aissé’yi Saint-Cloud’ya götürürken, o nedenle mi sinirli sinirli pencereden bize bakıyordun?.. Bu işte aşığı Dubois’in parmağı olabilir ya da bilmediğim başka biri mi var? Seni düştüğün o yerden Pierre çıkarabilir ama mutlu bir yuva kurmanı sağlayamaz…”.
Başına bu geleni yorumlayamayan Kont Charles de Ferriole Lyon’u geçemedi, kırbaççısına seslendi:
- Beni Saint-Jeanne Katedrali’ne götür.
Tövbe edilen, günah çıkarılan karanlık dar oda boştu. Kont Charles de Ferriole siyah bir kumaşla örtülü pencerenin önüne oturdu. Çok geçmeden perde gerisinden inanç tazeleyen – günah çıkaran- yumuşak ve narin bir erkek sesi duydu:
- Seni dinliyorum, çocuğum.
- Peder, tövbe etmek (- günah çıkarmak -) için geldim.
- Seni dinliyorum, çocuğum.
- Kırk yaşıma girdim, peder, şimdiye değin evlenmedim.
- Niye öyle oldu, çocuğum?
- Bilmiyorum, peder. Beden sağlığım, elim ayağım yerinde. Birçok değişik kadını seviyorum. Onları memnun ediyorum, onlar da beni memnun ediyorlar, fakat herhangi bir kadına fazla süre bağlı kalamıyorum, çabuk bıkıyorum, tek bir kadınla yetinip mutlu olamıyorum.
- Düşünme tarzı, yaşam biçimleriniz farklı da ondan olmasın?
- Hayır, peder. Aşk duygularımız, davranışlarımız uyuşmadığında, başkasını arıyorum.
- Seni mutlu edecek bir aşkı arıyorsan, çocuğum, bu şey günah değil, peki, sana uygun düşen birine bağlanmayı başarırsan?
- Sorun da bu, peder, ondan da bıkıyorum.
- Çok mu oldu aşk yaşamına adım atışın?
- İlk adımımı attığımda ondört yaşındaydım. Evimizin hizmetçi kızıyla ilk aşkımı yaşadım.
- Birbirinizden memnun kaldınız mı?
- Evet, peder.
- Amaçsız beraberliklerin hepsi, çocuğum, günah.
- Aşkın, peder, yaşlısı-genci olur mu?
- Aşk, karşılıklı olursa, genci-yaşlısı olmaz.
- Sevdiğin kişi kendi ulusundan değilse?
- Aşk kendi ulusundan olup olmamayı dinlemez.
- Peki, o kişi kendi dininden değilse, peder?
- Evet, çocuğum. Bu iş zora dayalı ise, uygunsuz düşer, günahtır.
Charles de Ferriole günah çıkarmak için daha fazla konuşmaya, rahibin tatlı sesini dinlemeye gerek duymadı, Claudine- Alexandrine’yi manastırdan almak için gidenlere katılma nedenini de unutmuş halde Saint-Jeanne Katedrali’nden ayrıldı, sürücüsü Jaque’a yarın Marsilya’ya varma talimatını verdi…
… Charles de Ferriole’nin Fransa elçisi olarak İstanbul’a gitmek üzere gemiye bindiği gün Pierre Guérin de Tencin de, kız kardeşi Claudine- Alexandrine’yi Monflöri manastırından çıkarmış, hafif faytonuyla Paris’in yolunu tutmuştu…
Birinci Bölümün Sonu
 
  Bugün 122 ziyaretçi (149 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol