adigehaber
  Ayşet - 7
 
Ayşet – 7 (Tarihi Roman, s. 42-51)
 
Meşbaşe İshak
VII
Göz görmezse gönül katlanır sözü gereği, içinde yoksa yeryüzü güzelliklerini göremezsin.
Sabah kahvaltısı sırasında Ayşet odasına kapanmıştı, dışarı çıkmıyordu. İki elinin ayalarını çenesine dayamış, değişik desenlerle süslenmiş duvarlara bakıp duruyor, pencereden gelen aydınlığa olsun aldırış etmiyordu. Küçük oğlan çocuğu Pon de Vel bir iki kez odaya gelip Ayşet’i omuzlarından çekip sallamış, ama kımıldatamamıştı. Pon de Vel’e alınan yeni kitapla da ilgilenmemişti.
Pon de Vel üçüncü kez gelişinde yine Ayşet'i çekti, Çerkesçe-Fransızca karışık konuştu:
- НекIо, мамá шхэ (Nek'o, mama şkhe; Gidelim, anne yemek).
- İstemiyorum! - Ayşet Fransızca karşılık verdi, anlatabildiği kadarıyla kestirip attı: - Sana kaç defa söyledim Adıgece konuşmamamızı!
İsteği yerine getirilmeyen Pon de Vel ağlamaklı ve kızmış halde odadan ayrıldı.
Kontes Marie-Angélique Ayşet'e uğramadan önce aile hekimi Laroche'u çağırttı ve ona dert yandı:
- Charlotte-Elizabéth Aissé'nin başına birşey gelmiş mi, bilemiyorum, odasından çıkmıyor, yemek yemiyor, içine kapanmış, hastalanmış olmalı.
- İçine kapanma gibi birşeyi yok, kontes, kaygılanmayın.
- Niye acaba, Pon de Vel ile şu ikiniz Çerkesçe konuşmaları bırakın dediğim için olabilir mi?
- Onun da etkisi olabilir ama sorun o değil, - Laroche ince burnu suratından taşmış halde akıllı-kurnazca gülümsedi.
- Değilse ne olabilir? - Kontesin rengi attı. - Türk tercümanın kızı bize bırakıp İstanbul'a dönmüş olması olabilir mi?
- O da olabilir ama pek öyle görünmüyor.
- Laroche, çatlatma beni! - Marie-Angélique'in yeşil aksi gözleri dışarı fırlayacak gibi oldu. - Söyleyemediğin şey ne olabilir, gizli şey mi?
Kontes Ferriole’nin kaygılarını fark etmeyen Laroche suratındaki damarları belli olacak ama titreşmeyecek biçimde gülümsedi: “Yufka bir ana yüreğin yoksa, bambaşka bir dünyanın içine düşmüş olan küçük bir kızın üzüntülerini nasıl bilebilirsin? Anne olduğunda anlayışlı olurdun diye ummuştum, aldanmışım, şimdi karnında taşıdığın ikinci bebek de seni yumuşatmayacaksa bir diyeceğim olamaz. Hey, Augustin-Antoine, saf adam, şanslısın, hergün bu aksi kadının yanında değilsin, iyi ki uzaklardasın, bu iki kız kardeşi üç ayda bir görebiliyorsun, küçük Çerkes kızını satın alan ağabeyin ise o ikisinden de daha iyi biri değil. Pon de Vel, bu oğlan çocuğu hepsine değer!..”
- Hayır, hayır, kontes, - Laroche daldığı düşüncelerden sıyrıldı, - sabırlı, dikkatli ol, üzülmen, tasalanman için bir neden yok. Annesiz Aissé, yitirdiği annesini özlüyor, hâlâ unutmuş değil. Başka türlü söylemem gerekirse erkek kokusundan çok kadın kokusunu gereksinim duyuyor, söyleyemiyor ama senin sevgini bekliyor.
- Öyle mi? – Marie-Angélique’in güzel yüzündeki yeşil gözleri parıldadı, sevindi. – Ben, şimdiki gençlere güven olmaz, kötü bir şey söylersin diye korkuyordum. Boşuna o şiş, patlak gözlü Türk’ten kuşkulanmış, günahını almış oldum. Öyle olabilir, Pon de Vel’i bahane ederek sık sık yanıma gelmesi o nedenle olmalı. Aynı şeyi son gelişinde Kont Augustin de söylemişti, ama sen kadınlardan ne anlarsın diye kalbini kırmıştım zavallının.
- Kont Augustin- Antoine’yi kırmamalı – Doktor Laroche gerçek mi, şaka mı belli olmayacak biçimde hamile kadın Marie-Angélique’i bir süzdü, sözünü yanında oturan Pon de Vel ile tamamladı, - Böyle zeki bir oğlan çocuğunuz var, ikincisini de bekliyorsunuz.
- Evet, Laroche, evet, - Marie-Angélique’in söylenenden memnun kaldığı yanaklarından okunuyordu, - O konuda Augustin de memnun, seviniyor, uzakta olduğu için beni özlüyor mu, bilemiyorum. – Kısa bir ara verip karnına baktı ve sözünü tamamladı. – Bir kız çocuğumuz olmasını, çok istiyoruz.
- Olmasa bile, sorun yok, işte Charlotte-Elizabéth Aissé’niz var. Nasıl biri olacağını bilmiyorum, ama haşmetmeap kralımızın akşam toplantılarında göz kamaştıracak düzeyde güzel bir kadın olacağı kuşkusuz.
Güzel kadın sözünü duyan Marie-Angélique hamile olduğunu anımsayarak kızardı, içi bunaldı, ama bastırdı:
- Augustin ile benim bir kız çocuğumuz olsaydı, çok iyi olurdu. Tabancayı uzaktan görmek yerine, arka cebinde taşımak daha iyi. Aissé’nin kime ait olduğu belli. Tuhafıma giden şeyi biliyor musun, Laroche, ailece bize yakın olduğunuzu biliyorum, kontun Çerkes kızı için ne yapmak istediğini bilemiyorum. Augustin’in dediği gibi bir yuva kursaydı daha iyi ederdi. Bak, Claudine-Alexandrine gibi nefis, güzel kızlar var. Hayır, hayır, kız kardeşim olduğu için söylemiyorum, konta göz koymuş da değilim, sen, Mariye şıyıh (-aziz kişi- *), kız kadeşim ile elti olmayı istiyorum dersem bunu kabul etme. Ama Claudine sırf kız kardeşim olduğu için demiyorum, güzel bir kız, zarif, okumuş, eğitimli, Guérin de Tencin ailesine yaraşır bir kız, tıpkı benim gibi. Paris’te her katıldığı toplantıya renk katıyor, fark yaratıyor, seni toplum içine alır ve çıkarır. Ama büyüyünce nasıl biri olacağını bilemediğim Çerkes kızı ile onu karşılaştırıyor da değilim, ama sonra…
- Doğru, kontes, doğru, - içinden “Bütün gün dinlesen bile, kendini övmesinin sonu gelmez bu kadının” diyerek, Kontes Marie-Angélique de Ferriole’ye katılıyormuş gibi yaparak konuyu değiştirdi, - Ama, söylediğim gibi Charlotte-Elizabéth Aissé’nin yüreğini serinletecek, moral verecek şey size bağlı, kadınlarla birlikte olmak istiyor. Size muhakkak yapın demiyorum, sorduğun için söylüyorum, Aissé’nin büyümekte olduğunu dikkate alarak, mesleğim gereği sana durumu anlatmaya çalışıyorum.
- Sağol, Laroche. Bir zamanlar bizler de birer küçük kız değil miydik, onu yaşamadık mı, ben de bunu düşündüm. Sonra, bilirsin, kadın olursan çok şey aklına gelir. Çerkes kızları on yaşında ergin, kadın oluyor diye duymuştum, onun için, o patlak gözlü Türk ile bu ikisi… ve onu satın alanı da biliyorsun, sözlerim nedeniyle Tanrı bana günah yazmasın, o kimsesiz kıza bir şey yapmışlarsa diye içime bir kurt düşmüştü de… kaygılanıyordum doğal olarak, - Marie-Angélique daha ileri gitmedi, - sen de öyle diyorsan, birisine güzel söz söyleyeceğim diye bedel mi ödemem gerekir, oğulcuğum için elimden geleni esirgemem. Claudine de dikkat eder, iş buyurmaz, bunu yaptırırım. Augustin-Antoine yakında gelir, abisi ile konuştururuz. Ama abi nerede? Birkaç günden beri yüzünü görmüşlüğümüz yok. Aissé onu özlediği için yemek yemiyor olabilir…Laroche, o üçüne güvenim yok…
- Charles de Ferriole burada değil, - dedi Laroche, kontesin soğuk sözlerini kesmek için.
- Nerede?
- Charlotte-Elizabéth Aissé’nin işi peşinde.
- Niye, İstanbul’a mı götürecek?
- Hayır, kralımızın manastırlarından birine Charlotte-Elizabéth Aissé’yi yazdırıp okutmayı, Fransız gelenek ve göreneklerini, konuşma ve görgü kurallarını öğrenmesini istiyor. Saint-Cloud ve Nemir’e gitti, şimdi Sans’da.
- Yeni duyuyorum… - Marie-Angélique’in ses tonu düştü, biraz sonra, duyduğu bu ilginç habere eklemede bulundu: - İşte bunun için ben Ferrioleler için esrarengiz kişiler diyorum. Kendilerine yüz çocuk doğursan, hizmet etsen, tatlı dil döksen, soğuk davransan, yaptıklarını, yapacaklarını söylemezler.
- Sanırım okul durumunu Charlotte-Elizabéth Aissé de bilmiyor.
- Yahu, Laroche, Charlotte-Elizabéth Aissé diye tutturarak, bıktırdın! Haşmetmeap kralımızın hanımının adı bile o kadar sık anılmıyor.
- Bana söyleneni yerine getiriyorum, - Laroche hafifçe gülümsedi, - Unuttun mu, kontes, Kont Charles de Ferriole’nin bizi toplayıp bu küçük Çerkes kızına verdiği adı kısaltmasız söylememizi tembihlediğini?
- Unutmadım, ama onun art arda üç adını birlikte söyleyemem, son Çerkesçe adını söyleyebilsem o kadarı ile yeter… O şey sorun değil, sorun o senin dediğin okul sorunu. Duyduğum bu şey ilginç, çok ilginç… - Bense kont Türkiye’ye dönecekse, küçük kızı büyütme işini bize yükleyecek diyordum, bakım masrafını hesaplıyor, başımı ağrıtıyordum, öbür yandan şaşkın kayın biraderim kral manastırlarını bir bir dolaşıyor, en uygun olanı arıyor, Tanrı bilir onun kraldan ne kopardığını, bakarsınız parasız bile okutabilirler, oysa kont mal varlığını nereye koyacağını bile bilmiyor… Birilerinin olan bu kıvırcık saçlı Çerkes kızını okutacak yerde, Ferriole kanı taşıyan bu küçük zavallı oğulcuğumu büyütse, okutsa çok daha iyi yapmış olurdu. Biz de fakir değiliz, Augustin-Antoine’nin mülkü ağabeyinin mal varlığından daha az değil, mülkün bir yararını görmeyeceksen, öteye beriye saçmak mı gerekir, yetmez mi ortalıkta dolanan kadınlara yedirdiği paralar… “ – İlginç Laroche, çok ilginç bu bana anlattığın şey… - Kontes Marie-Angélique daldığı hayal dünyasından ayıldı, kestirip attı. – Sen ve ben, Laroche, hiçbir şey konuşmadık, sana güveniyorum, bugüne değin beni mahcup etmedin.
Kontes Marie-Angélique odasında yalnız kaldığında, kitaplarını karıştırıp duran ve kendilerini dinlemekte olan Pon de Vel’in dışarı çıkmış olduğunu fark etti. Oğlan çocuğunun nereye gidebileceğini tahmin etmekle birlikte, bulunduğu yere gitmeden bahçeyi gören pencereye doğru ilerledi.
Yaz ile sonbahar arası bir geçiş dönemi yaşanıyordu, hava bunaltıcı değildi. Ferriole’lerin büyük bahçesine bakan hizmetçiler bahçeyi her zaman, yağmur güneş demeden temiz tutuyorlardı. Bakımlı bahçede eğreti bir şey yoktu, herşey güzeldi. Bahçenin uzak bir köşesinde büyükçe olmayan, yan yan iki ev bulunuyordu, gölgelenmeye yarayan üstü kapalı ya da açık kamelyalar, banklar vardı. Bahçe girişindeki büyük kapı ve küçük kapının düzenlenişi ve ağaçlandırma biçimi, bahçedeki çiçeklikler büyük eve uyum sağlayacak biçimde planlanmıştı. Sabah ya da akşam vakitleri bahçeyi gezmeye yarayan dar patika yollar değişik ürünlerin ekildiği bahçelere uzanıyordu, ayrı dönüş yolları da vardı. Budanmış, biçim verilmiş ağaçların altına bir iki kişinin oturabileceği cilalı banklar da yerleştirilmişti. Güneş gören yerlerde de banklar vardı. Bütün bunları ve evi, yüksek bir taş duvar çeviriyordu. Bahçe kapısında görünüşleri korku veren iki iri bekçi her zaman, gece gündüz hazır bekliyordu.
“Gözün görebildiği her şey güzel, mükemmel, ferahlatıcı ve iç açıcıydı, insana huzur katıyor, kralın saygısına da yol açıyor, gören görmeyen herkes Ferrioleler’in bahçesinden söz ediyordu. Mülkün varsa güçlüsün, yoksa sürünürsün. Bunu bilmek, hizmetçi ve ırgatları memnun etmek, her ay artış gösteren vergileri ödemek, elini uzatan dilencilere, yoksullara yardım etmek, az parayla olacak şeyler değil. Laroche sayesinde, Tanrıya şükür, öksürmüyor, hastalanmıyoruz, hakediyor ya da hak etmiyor, ona da bir sürü para ödüyoruz. Hasta olmadığımızda bile, şunu yapın, berikinden kaçının diyerek peşimizde dolanıyor. Bize gerekli mi, sen söyle, tanımadığımız eğitimsiz bu küçük Çerkes kızı için bana ne dediğini duymadım mı? Bitmeyen gençliği yüzünden yaşlanan yakışıklı kaynım bunları fark etmiyor mu ki, bu yabancıyı aramıza getirdi – kızı değil, karısı değil, kadının birine doğurtup getirmiş olsaydı anlardım, birgün bizimle mal paylaşımı yapmasını da kabul ederdim!.. Büyük bir aile olduğumuz halde, daha da büyüyeceğiz, ailenin büyüğü benim diyor, bize bakmıyor, gelirin çoğunu cebine atıp kadınlara yediriyor. Üstüne üstlük onu elçi diye Türkiye’ye gönderiyorlar. Birileri duysun istemem, ama, onu elçi olarak gönderen kralımız da ondan iyi biri değil. Tanrının sevgili kulları olmalılar, kısa, şişko kralımızın gözdeleri, hazineyi soyup soğana çeviriyorlar, ama onlara birşey demiyor. Kendi aşığım, sevgilim Nicolas de Bleu yakışıklı-etkileyici biri, mareşal, Kraliyet danışmanı, ama onun dışında, bir geliri yok. Bana yaptığı harcamadan çok, ben onun için harcıyorum… Şimdi daha varlıklı birini bulmak gerekiyor. Nikolas’ın ilgisizliğinin nedenini Tanrı bilir, hamile olduğumu öğrendiğinden beri, bu bahaneyle benden uzaklaştı. Uzun bacaklı karısı ile yetinirse bir şey demem, aslında benden daha güzel , daha çekici bir sevgiliyi nereden bulacak, haşmetmeap kralımızın ara sıra bana kur yaptığını da görmüş olmalı! – Benden başka birini bulacak olursa bağışlamam, gözlerini oyarım onun. Sorun değil, ondan daha iyileri, daha zenginleri Paris’te yok değil, sorun bu uğursuz küçük Çerkes kızı. Kedisiz eve bırakılan minik fare gibi, öyle davranıyor. Niçin küskün olduğunu ben biliyorum. Ona layık olacak kadın iyi kalpli, eli yumuşak biri olamaz, kurnaz, sinsi bakışlı Türk tercüman gibi biri olmalı. Ne yapmak gerekiyor, kendisi için yaptığımız harcamalar yetmiyor, bir de sırtımızda taşımamız mı gerekiyor?” – Pencere önünde kâh durarak, kâh oturarak Marie-Angélique içindeki sıkıntıları attı, rahatlamış olarak ayağa kalktı, biraz önce iyi ya da kötü sözler etmemiş gibi Ayşet’in yanına gitti.
Odaya girdiğinde ilginç bir manzarayla karşılaştı: Pon de Vel ile Aissé, küçük elleri çenelerine dayalı, dudakları kapalı karşılıklı oturuyorlardı.
Marie-Angélique gülmemek için kendini zor tutarak sordu:
- Size ne oldu?
- Aissé benimle konuşmuyor, - diye Pon de Vel homurdandı.
- Aissé, sana ne oldu, üzdüler mi yoksa? - Marie-Angélique yumuşak eliyle Ayşet’in başına dokundu, kendisine doğru yaklaştırdı, ardından alnından öptü. – Söyle bana, seni üzen biri olduysa bağışlamam. Tercüman Fahri’ye gücenmiş olmayasın!
- Hayır! – dedi yüksek bir sesle Ayşet, ardından daha yumuşak bir sesle devam etti. – Fahri iyi bir insan. İstersen seni Charles de Ferriole’den satın alıp İstanbul’a götüreyim dedi, ben de hayır dedim. Nereye gideceğim, kimin için gerekliyim ki?.. Bu küçük kemeri bana geri verdi… - Ayşet’in annesini özlediği başını Marie-Angélique’in göğsüne dayamış olmasından, ardından boşanırcasına ağlamasından belli oluyordu. Pon de Vel’in de içi burkuldu, ağlamaklı halde, o da gelip başını annesinin öbür göğsüne koydu.
- Tamam, tamam, - dedi Marie-Angélique bir anne olduğunu anımsamış halde her iki çocuğa, - ağlaşmayın, kalbim dayanmaz. Üçümüz de barıştık atık. – Bir süre geçtikten sonra kendine gelmiş olan Ayşet’e sordu: - Öyleyse, Aissé, Pon de Vel ve ikiniz niye konuşmuyorsunuz, nedenini bana söyleyin. Çerkesçe konuşmayın dediğim için mi?
- Evet, - dedi Ayşet, o konuda kırgın olmadığını belli edecek biçimde konuştu. – Çerkesçe sözcükleri kattığımda Fransızca sözcükleri daha iyi anlıyorum.
- Evet, Charlotte-Elizabéth Aissé, evet, yanlış yaptım. Allah esirgesin, küçük Pon de Vel’in başına bir şey gelmesin, değil Çerkesçe, Papuacayı bile öğrenirim! Şimdi sıkıntını anladım. Türkiye’ye Fahri ile birlikte dönmemekle iyi ettin. Charles de Ferriole’nin aşık olduğu Türkler arasında ne işin olabilir? Burası Fransa, insanın özgür olduğu bir ülke, tüm dünyada bir benzeri yok. Peki Fahri ne diye kemerini almıştı? - Marie-Angélique içinde yanıtsız kalan bu şeyi sormadan edemedi. – Elinde onca süre tutup Türkiye’ye döneceğinde ne diye sana geri verdi?
- Bilmiyorum. Şu küçük şapkan gibi bu da “senindi” diyerek bana verdi. Marsilya’ya gelinceye değin bu şapkayı ve kemeri takmıştım, - Ayşet bir iç çekti, üzülmüş olduğu bir olayı anlattı. – Dükkanda bana yeni elbiseler giydirirlerken, elbiselerimle birlikte bu şapkamı da atacak oldular, ellerinden aldım. Fahri kemeri ne diye almış, bilemiyorum, iyi ki bulmamı sağladı, kendisine teşekkür ederim. Ailemizin forsunu (лIэкъо тамыгъэ) taşıyor demesem bu kemerin fazla bir değeri yok…
- Güzel bir kemer, - dedi Marie-Angélique, kızı sevindirmek için, - Bu küçük şapka da çok güzel. Altın-gümüş nakış işlenmiş, işlemesini bilen kişiye ne mutlu.
- İstiyorsan, Marie-Angélique, - dedi Ayşet siyahımsı-berrak gözlerinden gülücükler saçılarak, - altın-gümüş iplikle nakış işini sana öğreteyim.
- Nakış yapmayı biliyor musun?
- Babaannem öğretti. Babaannem Çabe yüksek sesle evimizdeki tek kitabı okuyordu, bana okumasını öğretmedi, ama nakış yapmayı öğretti. İğne iplik ve kumaşın varsa nakış yapmayı öğrenmek çok kolay. Pon de Vel isterse ona güzel bir şapka dikerim.
- Kız şapkası istemem! – Pon de Vel öneriyi reddetti.
- Pon, kız şapkası demedim ben, - küçük oğlan çocuğunun bağırma biçimi Ayşet’in tuhafına gitti, - ben Çerkes oğlan çocuklarının giydiği şapka gibi bir şapka dikeyim demek istemiştim.
- Hayır, Aissé, - Çocuğuna Adıge şapkası giydirilecekmiş gibi Marie-Angélique kaygılandı, - Kont Pon de Vel’e Çerkes şapkası gerekmez. Çocuğu hangi konuda olursa olsun zorlamamak gerekir. Pon de Vel okusun, eğitim görsün, yeter.
- Ben de okuyacağım! – Ayşet içinden gelerek konuştu.
- Nasıl okuyacaksın? – Hekimleri Laroche’nin söylediklerini unutmuş olan Marie-Angélique Ayşet’e sordu.
- Bilmiyorum… - Ayşet üzgün biçimde kontese baktı, Tanrının bildiği şeyi saklamadı. –Kont Charles de Ferriole beni okutacağını söyledi. Beni okutacağı en iyi okulu araştırıyor. Şu an Sans’da, dönüşü yakın. Benim okuma işimi kral da biliyor, - sözünü ettiği okuma işini önemsediğini, değerli bulduğunu böylece belli etmiş oldu.
- Ben de o işten haberdarım. Charles de Ferriole söylediğinde ben de yerinde buldum, onu sevindirmiştim. Okumak iyi bir şey, - Marie-Angélique kızın okuması konusunda hiçbir katkıda bulunmamış olsa da, kendisine bir paye çıkarmayı, Ayşet’i birşeylere inandırmayı ihmal etmedi. – Elini çenene dayayıp oturmaktansa, okumak daha iyi. Görmüyor musun, küçük Pon de Vel’in kitapları nasıl okuduğunu?.. - “anlayacağın, bizi yok sayıyor, bizden saklı bir sürü iş çeviriyorlar…Uysal ayı Augustin de dönmek üzere, bildiğim bilmediğim çok şeyi onun üzerine boşaltacağım. Ağabeyim, ağabeyim diye diye, evimizden, bahçemizden de olacağız sonunda…” - Marie-Angélique içinden kendi kendisini paraladı, kınayıp durdu.
(*) - Katoliklikte rahip ve rahibeler evlenmezler, bakire kalırlar. Adıgeler buna “Mariye şıyıh” diyorlar, burada kastedilen şey iktidarsız erkekler olmalı. Ayrıca, deyim “anıt” anlamında da kullanılır - hcy
(Devamı gelecek)
 
  Bugün 125 ziyaretçi (153 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol