adigehaber
  Ayşet - 23
 
Ayşet - 23
 
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s. 163-173)
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
I
Kişinin yaşamı, üstünde yaşadığı dünyası gibidir: Bazen güneşli, bazen bulutlu, bazen rüzgarlı, bazen de yağmurludur. Orada, yeryüzünde bolluk, kıtlık-kuraklık, sağlık ve hastalık, sıcak ve soğuk, mutluluk ve mutsuzluk dolaşır durur. Biri atlı, biri yaya. Biri tok, diğeri aç. İlginç bir şey değil bu: Ağacın biri devasa, diğeri küçük, büyük ağacın gölgesi küçüğün büyümesini engeller. Biri meyve dolu, diğeri meyvesiz.
Yeryüzü – canlı, cansız – her varlık için gizli bir yer değil. Gecesi, gündüzü, soğuğu sıcağı bilinir. Sevgi ile yoksulluğun gizlenemeyeceği bir yer.
Kont Charles de Ferriole böylesine can sıkıcı şeyleri düşünen, o gibi şeylerle ilgilenen biri değil. Ama bundan verilen büyük elçilik görevlerini savsakladığı anlamını çıkaramayız, o konuda kralına ve ülkesine bağlı, sadık biri, ancak bitmek bilmeyen kadın tutkusundan ve kadın değiştirmekten bıktığı da yok. Türk ülkesinde geçerli kadınlara bakış açılarına aldırmadan davranıyor, o konuda gizli-kapalı yanı az, deli dolu yanı daha fazla, yokuş ile inişi ayırmadan, gerisine bakmadan dolu dizgin gidiyordu. Kadınlara aşırı düşkünsün diyenleri alaya alıyor, Türk geleneklerine aykırı davranıyorsun diye kendisini eleştirenlere kızıyordu.
Fransız elçisi uygunsuz kadınları koluna takmış gezerken ya da lüks lokantalarda göründüğünde Türk kadınlar korkuyor, erkekler de donup kalıyorlardı. Rahatsız edenleri de az değildi, arkasından tükürenler daha çoktu. Aşırı sofu olanların bazen eli kaşınıyor, ama Fransız elçisi olduğunu öğrendiklerinde, öfkelerini kusmaktan vaz geçiyor, kendilerini dizginliyorlardı.
- Seni tanımayanlar sana bir kötülük yapmasınlar? – diyerek Fahri sordu.
- Beni beğenmeyen soydaşların bana zarar vermeden önce, - Kont neşeli bir kahkaha attı, - Fransa ile Türkiye arasında savaş çıkmasını istemiyorlarsa, benim kim olduğumu bir sorsunlar. Fransız büyük elçisi olduğumu İstanbul bir yana bütün bir Türkiye ne diye bilmesin ki? – Şakaya vurdurup sordu, ama hemen sözünü değiştirdi: - Biliyorum, biliyorum, siz Türklerin açık söz ile göz çıkarma aynı şeydir gibi bir sözünüz var, öyle yapmasam daha iyi, ama beni mutlu eden şeyi, ne yaparlarsa yapsınlar görmemezlik edemem. O zaman Fransız yanımı içime gömmüş olmaz mıyım?..
- Sadece Fransızlarda mı var sevmek dediğin şey?.. – Fahri laf atıp kontu azarladı. – Aşkı içinde yaşatmak, gizlemek daha güzeldir, onu ulu orta yere sermek, herkese göstermek gerekmez. Kadın ile erkek arasındaki gizli ilişki doğan çocukları ile anlaşılır, yoksa kadını belinden sarıp caddelerde gezmekle, at yarışına gitmekle, lokantalarda görünmekle bu iş yürümez.
- Evet, evet, Fransa’dan döner dönmez evlenmen, koca gözlü karını hamile bırakman gibi mi olmalı bu iş? Ummadığım, beklemediğim biri gibi çıktın!
- Elinden geliyorsa, bunu başarman işten değil diyen sen değil miydin, muallim? – Fahri duyduğu sözlerden hoşnut kalmış gibi yanakları renklendi. – Beni tedavi için Fransa’ya gönderen, bana yardımcı olan sen değil misin, teşekkür ederim, bu iyiliğini yaşadığım sürece unutmayacağım.
- Helal olsun Fahri, helal olsun, kendi emeğinle başardığın şey seni mutlu eder, her ikinizin mutlu bir yaşam sürdürmenizi, beklediğiniz bebeğin hayırlı olmasını kendi Tanrım ve sizin Tanrınız adına dilerim, - dedi Charles de Ferriole, ardından derinden bir inildedi ve rastgele sordu: - Hayli zamandır Orhan’ı görmedim, ne durumda?
- Polis oldu, polisliğe ısındığını söylüyor.
- İyi, iyi, Orhan gerçekten becerikli bir çocuk, yirmi yaş çocukluk yaşı sayılır, adam olacak biri o…
Bu gibi şeyleri ve daha başka anılarını anlatarak Charles de Ferriole yumuşak sonbahar güneşi altında oturuyordu. Rüzgar esmiyor, güneş de yakmıyordu. Bahçedeki çiçeklerden yayılan nefis kokular havaya yayılıyordu, ikindi namazı vaktinin geldiğini bildiren ezan sesleri İstanbul’da yankılanmaya başladı. Ezan seslerine alışmıştı, o sesler yoluyla vaktin ne olduğunu kestiriyor, zamanı şaşırmıyordu.
Bugün Fransa’dan gönderilen yazıları gözden geçirip okuyordu. Günlük, acil olanları ayırıyor, onları kırmızı dosyaya alıyor, diğerlerini sandığa koyuyordu. Başka dostlar edinmişti ve bu nedenle daldığı düşüncelerden ayrıldı: “Bir gün Kantemir Dmitri’nin yanına gittiğimde, bize sofra kuran kadın ne de güzeldi! Teni seni gösteriyor, ayna gibi… Ya gözleri?.. Çoktan beri öylesine güzel bir kadınla karşılaşmamıştım. Bu nedenle olmalı, Rus kadınları için sütle yıkanmış gibi güzeller denmiş olması… Çerkes kızları?.. – Charles de Ferriole’nin tek bir gün olsun aklından gitmeyen Charlotte-Elizabéth Aissé’nin görüntüsü karşısında canlanır gibi oldu. – Benim sözünü ettiğim güzel kız işte bu, yoksa kıçını oynatan o kadın ne ki?! Aissé on dört yaşını bitirdi, artık genç bir kız görüntüsü almış olmalı, birkaç ay içinde tanınmayacak hale gelir. Ayrıca uzun boylu bir kız, yaşından umulmayacak ölçüde alımlı olmuştur. Fahri onu bir yıl önce görmüştü, ama güzelliğini ve akıllılığını anlatmakla bitiremiyor. Şimdiye değin Aissé’nin yanına gitmemekle iyi etmişim… Hep karşında gördüğün birinden, istesen de istemesen de bazen bıkıyorsun, uzağında olursa hayalini özlüyor, daha da seviyorsun.
Ezan seslerinin kesildiği, namaz kılanların camilerden ayrılmaları üzerinden hayli zaman geçmişti, ama Charles de Ferriole’nin düşünceleri Paris, Saint-Clou ve Melen de dolaşıyordu. Paris ve Saint – Clou’nun Melen’e katılması neden ola ki? O küçük kent dün ya da bugün kontun aklına gelmiş değildi. O küçük yerde Madlen’le yaşadığı şey zaman zaman beyninde depreşiyordu. Fahri ‘den Paris yolculuğu sırasında Melen’e de uğrayıp Madlen’i sormasını istemişti, ama gidişi ve dönüşü sırasında sordukları kadını tanımıyorlarmış gibi ona karşı davranmışlardı. Bir şeylerin kendisinden gizlendiğini fark etmişti, ama orta bir kadın olduğunu düşünerek üzerinde fazla durmamıştı. Charles de Ferriole de o kadına ilişkin sırrını kimsenin bilmesini istemediğinden, “başına olmayacak bir şey gelmiş olmalı” diyerek, Fahri’ye fazla sormamıştı.
Fahri ile İsam’ın durumu Charles de Ferriole’yi düşündürmüyor değildi: “Erkeklik gücüne yeniden kavuşunca, huzur bulmuş olabilir mi? Öyle durumlar da görülebiliyor. Ama ben olsam bağışlamam. Benim erkeklik tarafımı yok edene aynısını yapmadan duramam. Karısının hamile olmasının verdiği sevinçle kendisine yapılan bu kötülüğü unutmuş olmalı. Orhan’a gelince, karşısına İsam çıkınca polis yazılıp işin içinde sıyrıldı. Anlaşılan İsam pis biri olsa da yiğit yanı olan biri, kendisini koruyor… Şu batmak üzere olan güneş de ne denli kızıla dönmüş, batan güneşin kızıllığı dumansız ateş görüntüsünde!.. Bu nedir?.. Zarfın üzerindeki soy adını tanıdı: “Guérin de Tencin Claudine-Alexandrine”. - İlginç, Montrel manastırı kapısında beni çiğnediğini unutmuş mu yoksa, ne yazmış olabilir ki bana?..”
Kont zarfı bir süre açmadı, evirip çevirip durdu. Batmak üzere olan güneşe tutup baktı. Ortalığın kararmakta olması nedeniyle acele ederek okumaya başladı: “Değerli akrabamız Fransa Büyükelçisi, saygıdeğer Charles! Bu mektubu sana yazan Claudine-Alexandrine’dir. Öncelikle, benim için Montrel’e geldiğinde kalbini kırdığım için beni affet. O gün sana da başkalarına da iyi davranmadım. Augustine manastırına düşmemin nedeni bugün aydınlık kralımızın başbakanlıktan azlettiği ihtiyar Dubois’tir. Seni bana kötüleyen ve beni sana düşman eden de odur. Makamını kapmandan korktuğu için senin için kullanmadığı kötü söz kalmamıştı, ben de kitabımın yayımlanmasını engellemesi kaygısıyla onun suyundan gittim. Şimdi onun yerine kim atandı biliyor musun? De Pri markizin aşığı ve onun oyuncağı olan de Conde Bourbon’dur. Ama uzun süre o görevde bırakılmayacağı anlaşılıyor. Kralın çevresi , dostumuz Ercol-André de Fleury’nin adı üzerinde duruyor, bu kişi Fransa Başbakanı olursa bizim için yerinde olur, kendisini tanıyoruz, ziyaretimize geliyor. Şimdi benden daha çok kaygılandığını bildiğim için Charlotte-Elizabéth Aissé’den söz etmek istiyorum. Aissé yaşından umulmayacak bir gelişme gösterdi, genç kız görünümü aldı. Bugün yarın etrafı yavuklular tarafından sarılırsa, şaşırmamalı, hayır demeyeceğini sanıyorum. Annesi mi, ablası mı, kız arkadaşı mı, kim miş, bilemiyorum, Janette-Nicole onu kendine bağlamış, sana bana, hiçbirimize kızı göstermeyecek gibime geliyor. Paris’te kendinden daha güzel bir kadın bulunmadığını sanıyor, ama orada durmuyor: Tek erkek kardeşimiz Pierre’nin aklını çelmiş, etrafında fır döndürüyor. Bunları yazmasam da olurdu ama kendimi dizginleyemedim. Daha ne yazayım? Seni sevindirecek daha sıcak bir haber bilmiyorum. Paris, bildiğin Paris, hayat dolu, Versay, Trianon şenlik ve kutlama içinde. Dış ülkede devlet işlerini yürütürken çok şeyden yoksun kalıyorsun. Paris’in sana ihtiyacı olduğunu ve seni beklediğini ancak öğrenmiş bulunuyorum. Ferriolelerin büyük beyaz evinde yaşayanların tümü selam ve sevgilerini sana yolluyorlar. Mektubuma yanıt verebilirsin, ama asıl seni görebilirsek daha çok sevineceğiz. Claudine-Alexandrine”.
Charles de Ferriole, kızgınlığından tutuşmuş halde ayağa kalktı. Mektuba bir kez daha baktı, yeniden ele aldı, bıraktı ve yerine geçti. Akşam vakti ilerlemiş, bahçeye karanlık basmıştı, gök yüzünde tek tük yıldızlar görünmeye başlamıştı. Boğaz tarafından dalga sesleri, şırıltıları geliyordu, İstanbul gece yaşamına hazırlanıyordu. Bahçe mumlarını yakmasını beklediği uşağı Desten’e seslendi:
- Ne oldu, bu akşam beni burada, bahçede bırakmak mı istiyorsun? – Diye elinde Claudine-Alexandrine’nin mektubu mırıldana homurdana Fransız Büyükelçisi odasının yolunu tuttu.
Charles de Ferriole evde de huzur bulamadı: Kafası Paris ve Saint-Clou’da geziniyordu.
“Dedikoducu-yedi dillidir” dedikleri gibi, şimdiye değin kont böyle bir durumla karşılaşmamıştı. Aklında hep Paris vardı, Paris’ten verilen işleri bir heves ve tutkuyla yerine getiriyordu, ama ilk yıllarında olduğundan farklı olarak, Paris’i düşünmeden günlerini ve aylarını İstanbul’da zor geçiriyordu. Şimdi beklediği haberler kendisine ulaşmış bulunuyordu. Birçok söylenti kulağına gelmişti ama “Davulun sesi uzaktan hoş görünür” dendiği gibi, bunları duymazlıktan gelmişti.
Evet, bu işte ““Dedikoducu-yedi dilli olur” gibi bir şey olamaz: “Claudine-Alexandrine gördüğü, duyduğu şeye katlanamadı, kalbi ve ruhu ile bana yakın olduğu için durumu bana yazdı. Benden nefret eden Dubois yüzünden başına geleni, Aissé konusundaki kaygılarını benden gizlemedi. Kardeşi Pierre ve ona yapışan Janette-Nicole’nin durumunu bana bildirdi. Akraba ve hısım isen böyle davranman gerekir. Aissé’yi satın alan, okutan ve sahibi olan benim, sevgiyle yaklaşıp onu kandırmaya çalışan Janette-Nicole değil. Hele bir Paris’e gideyim, Aissé için ne düşündüğünü ondan dinleyeyim. Bir akşamlık gezinti birlikteliğin beraberlik için yeterli olmayacağını, birine bel bağlanamayacağını Pierre’e anlatırım. Hele, Claudine-Alexandrine ne yazmıştı bana?.. – Mektubu alıyor, odada gezinirken mektubun son bölümünü okuyor: - “Mektubuma yanıt vermesen de olur, ama bize bir görünürsen, daha sevinirim. Claudine-Alexandrine”. Görüyor musun, duyuyor musun ne dediğini? Sevinirsin tabii, Dubois ihtiyarı tarafından kenara atılmış birisin, seni memnun edersem elbette sevinirsin!.. Sözünü ettiğin Janette-Nicole de çirkin, kötü bir kadın değil… Onlara ilişkin kararımı Paris’e geldiğimde veririm. Sorun buysa uzun uzadıya ortada bırakmam!..”
İçeri giren uşağı Desten kontun düşlerini dağıttı:
- Polis Orhan geldi.
- Ne polisi? – Charles de Ferriole ilkin anlayamadı, ardından hemen kendine geldi. – Orhan mı dedin, neyin peşinde, gelsin. – Orhan polis giysisi içinde, uyumlu yüksek fesi başında, kaması ve sopası belinde, pantolonunun uçları çizmesinin içinde odaya girdi. Yalnız olduğunu görerek sordu: - Yalnız mısın? – Konuşma usulünü bildiğinden hemen sözünü düzeltti. – Evet, evet, Allah beraberinde, buyurun, otur. Bu elbiseyle ilk kez seni görüyorum, yakışmış.
- Teşekkür ederim, acelem var.
- Ne oldu, kötü bir şey mi oldu? – deyip sözünü sürdürdü – Türk polis elbisesi giymiş birini değil odamıza, Fransız elçilik bahçesine bile sokmuyoruz.
- Korumanızı atlatırken bunu anlamıştım.
- Anladıysan bundan sonra böyle yapma, - sesini daha da alçaltarak Fransız Büyükelçisi sordu: - Seni dinliyorum.
- İsam’ı yakaladık.
- Nerede? – diye Charles de Ferriole ilkin yerinden fırlayacak oldu, ama hemen kendini topladı. – Yakaladıysanız çok güzel. Bu iş ne diye beni ilgilendirsin ki?
- İlgilendirmez olur mu, Aisse’yi kaçıran kişi İsam! – Orhan’ın kara gözleri yerlerinden fırlayacak gibi oldu.
- O kişi sadece Charlotte-Elizabéth Aisse’ye zarar vermekle kalmadı, o kişinin Fahri’ye de borcu var.
- İkinizin de İsam’dan alacağı olduğu için Fahri beni sana gönderdi, - Charles de Ferriole’nin bu umursamazlığı Orhan’ı iyice şaşırtmıştı. – İsam’ı Süleyman’ın gemisinde yakaladık, Fahri seni orada bekliyor.
Fransız Büyükelçinin dudaklarında soğuk bir gülücük belirdi:
- Türkiye’de İsam dışı bir işimin olmadığını düşünüyorsanız, söyleyin, hak ediyorum derim. Yıllardır yakalayamadığını Süleyman’dan satın aldıysa, o kişi sana ne yapmışsa sen de ona onu yap dediğimi Fahri’ye ilet. Bu bir. İkincisi, Türkiye içinde olup biten işlerle benim bir ilgimin olmayacağını üçünüz - sen, Fahri ve Süleyman öğrenin artık. Ben Fransa’nın, Fransa Kralının bir elçisiyim, görevim dışındaki işlere beni bulaştırmayın, anladın mı?
- Anladım.
- Anlamadın!. – Charles de Ferriole kızgın bir ifadeyle devam etti.
- Anladım! – Orhan da daha yüksek sesle söylediğini sesini alçaltarak yineledi.
- Anladıysan, burada bitiriyoruz, - kont yüzü kabarmış halde ayağa kalktı. – Bugün böyle bir konuda hiç konuşmadık, yani seni ne gördüm, ne de sen beni gördün.
Charles de Ferriole Orhan’ın ardından kendi kendine mırıldandı: “Bu Türklere yüz vermeye gelmiyor, yüzlerine bir gülümsedin mi, tepene çıkarlar… Fransa’ya gittiğinde Aissé’nin yanına gitme dedim, ama Fahri Saint Clou’ya uzandı, küçük kızın ve Janette-Nicole’nin karşısında pozisyonumu düşürmekle kalmadı, İsam’ı yakaladım diye bu laf taşıyıcı polisi bana gönderdi, öc alışına tanık olmamı istiyor! Çok beklersin! Paris’teki işleri halletmeliyim… Janette-Nicole’nin aklına gelenleri Tanrı bilir… Dubois düzenbazından kopmuş olan Claudine-Alexandrine de iyi durumda olmamalı, beni görmek istiyor, sabırsızlanıyor… Beriki üç kişi İsam’a ne yapmak istiyor olabilirler? Parayı alır almaz Süleyman’ın sıvışacağı kuşkusuz. Ne olacak, biz de işin sonucuna bakarız… - Charles de Ferriole gülümsedi, içindeki Paris özlemi büsbütün arttı.
Yatsı namazı sıraları rıhtım tenhalaşıyordu. Yaz mevsimi dolunayı gökyüzüne doğru yükselirken Orhan bir paytona atlayıp Süleyman’ın gemisine doğru yola çıktı.
Fahri yatsı namazını kılmaktaydı, İsam’sa bağlı ve ağzı bezle kapatılmış halde yerde yatıyordu. Birşeyler söylemek için başını yere vuran hırsıza aldırmadan Orhan abdest aldı ve Fahri’nin sol tarafında namaza durdu.
Namaz sona erince Fahri sordu:
- Ne oldu, yalnız gelmişsin?
- Beni gönderdiğin kişinin yanına yalnız gittim ve yalnız döndüm, Allah’tan başka kimse yanımda olmadı. Gittiğim kişi, – ikisi de ağız birliği etmiş biçimde isim söylemedi, - neyi uygun bulursanız onu yapın, size katılırım, dedi. Süleyman nerede?
- Bundan sonrası için onun bizimle işi olmaz.
- Doğru. Peki başını yere vuran bu kişi ne istiyor?
- Ağzındaki bezi al da konuşsun.
- Müslümansanız, - diye yalvardı İsam,- yatsı namazını kılmama izin verin.
- Biz Müslümanız, ama senin dinin nedir bilmiyoruz, - dedi Orhan gülümsedi ve İsam’ın ağzını bezle yeniden kapattı. – Buna ne yapalım? Söyle, Hemen gerekeni yapayım.
- Buna ne yapılırsa, hak ediyor… Ama dokuz çocuğunun günahını yüklenemeyiz, bunu kaldıramayız.
- Allah onca çocuğu bu acımasıza mı verdi?
- Kendine gelsin, aklını başına alsın diye vermiş ama, hiçbir iyi yanı yok, zalimin, uğursuzun biri olarak yaşıyor… - Hamile karısı ansızın Fahri’nin gözü önünde canlandı, konuşmasını kesti, gönlünü alıyor, soruyormuş gibi Orhan’a baktı. – Söyle bakalım, buna ne yapalım?
- Sana ne yaptıysa sen de aynını yap, - diyerek Orhan kestirip attı.
- Hayır, hayır, - Fahri telaşlandı, - ben kurtulmayı başardım, bu durumda öyle yapmayalım. Sen de ömrünün ilkbaharındasın, karşında koca bir yaşam var, - İsam’ın bağlı el ve ayaklarını çözmeye başladı, ağzındaki bezi de aldı.
- Onca para verip ele geçirdiğin bu adamı serbest mi bırakıyorsun?! – Orhan ayağa fırladı.
- Evet kardeşim, evet. İyiliğimiz ona değil, çocuklarına olsun. Kalk ayağa, iblis! Bundan sonra birine bir kötülük ettiğini bir duyalım, hiç bakmaz canını alırız, bunu iyice öğren!
Üç kişi gemiden ayrılıp rıhtıma ayak bastığında, Orhan sabredemedi, adamın arkasından bağırdı:
- Hele bir dur! Geçen sene bu yerde bana yaptığını anımsıyor musun?
- Bağışla beni… - Daha önce göğsünü kabartıp duran İsam gitmiş, yalvaran bir İsam gelmişti, - kendimi korumak için öyle yapmıştım…
- Ben bana yapılanı Fahri gibi bağışlamam, bunu iyi bil! – Orhan kamasının ucunu İsam’ın koluna batırdı, bağırarak kaçan adamın arkasından bağırdı: - Bu benim ilk öç alışım, uyarım, rahat durmazsan gerisi canını alıncaya değin sürer.
- Fahri gördüğü ve duyduğu şeye anlam veremeden bir süre durdu, ardından Orhan’a bağırdı:
- Bunu yapmamalıydın. İyiliğimizi, sadakamızı Allah katında yok ettin…
- Evet evet, iylik yapmaya değmeyecek kişiler için niçin iyilik yaptığını anlayamıyorum, iyilik yapıp duruyorsun. Böyle diyerek, beni denize atmaya kalkışanları bana bağışlattın. Suratsız Süleyman’la barışmamı sağladın, ardından ona bir avuç para saydın. Alın terinle kazandığın onca para sana fazla mı geldi?
- Fazla gelmedi, ama onun gibi zalim olma, Orhan, - Fahri bu öç alma biçimine şaşırmış halde genç polise nasihatte bulundu, - zalim olmanın zararını görürsün, yararını göremezsin. Memluk (tutsak) olduğumuz zor günleri yeniden anımsayalım, asla unutmayalım. İyilik yapmayan iyilik görmez. – Siz gençler ne denli acımasız-duyarsız olmuşsunuz?..” – Fahri kendi içinden söylendi.
Orhan da düşüncelere dalıp gitmiş, verilen öğüt dolu sözlere şimdilik yanıt verecek durumda değildi.
 
  Bugün 116 ziyaretçi (140 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol