adigehaber
  Ayşet -20
 
Ayşet -20
İshak Maşbaş (Tarihi Roman; s.136-143)
VIII
Geçtiğimiz yıla, daha önceki yıla göre Ayşet, görünüşü, düşünüş biçimi, hal ve hareketleriyle, içine düştüğü Fransız toplumuna uyum sağlamış ve bambaşka bir görünüme dönüşmüştü. Çıktığı toplumu unutmuş olabilir miydi? Fransız yaşamı, içine daha fazla işlemiş ve kendi de o oluşumun içinde erimiş olabilir miydi ya da öyle bir görüntü veriyor muydu? Hayır, durmadan okuyordu. Fransız tarihi, yazarlar, sanatçılar, şarkıcılar ve sözlü ürünler üzerine kitapları seviyordu. Jeanette-Nicole'ün Çerkeslere ilişkin verdiklerini ise? Onları gözyaşları içinde okuyordu. Başlarda yaptığı gibi onları artık kız arkadaşlarına göstermiyor, onlardan da söz etmiyordu. Soracak olduklarında, “Benim içlerinden ayrıldığım Çerkesleri düşünecek yerde, siz kendi Fransız tarihinizi öğrenseniz daha iyi edersiniz” diye yanıt veriyordu. Ardından kendi kendine de söyleniyordu: “Benim bu durumumdan size ne, neyinize gerek?.. Anılarım bana yetiyor, içimi yakıyor… Sönmüş Adıge ateşimin başına sizi oturtmakla, sizden ne gibi bir yarar elde edebilirim? Bana ait olan, iyi ya da kötü şeyler bende kalsın, bunları kimseye veremem!..”
Jeanette-Nicole’e gelince? Ondan da kaçmaya başlamış mıyım? “Hayır, hayır, Fransa’daki sıcak, yakın çevrem sadece Jeanette-Nicole, Sophie, Pon de Vel ve Argental. Onlar olmasaydı çoktan kendimi yer, bitirirdim… Böyle diyorum ama doğru düşünüyor da değilim. Fransa göğü üzerimde, güneşi beni ısıtıyor, suyu beni yaşatıyor. Zavallı büyük annemin dediği gibi, Allah’ın sana yüklediği yüke katlanacaksın. Bağışla beni kutsal annemiz Meryem, soydaşlarımın Tha’sını (Allah’ını) unutamıyorum. Adıgeler de senin dünyanın ayrı bir topluluğu, onları da yaşat ve koru”.
Günün birinde Jeanette-Nicole aklına takılan bir şeyi Ayşet’e sordu:
- Aissé, bazen kız arkadaşlarından uzak duruyorsun gibi geliyor bana, yanılıyor muyum?
- Yanılmıyorsun, Jeanette-Nicole. Bana “Çerkessin, Çerkessin” diyenlerden uzak duruyorum.
- Niye, soyunun adının söylenmesini istemiyor musun?
- Ben kimseye, Jeanette-Nicole, “Fransızsın, Fransızsın” diye laf atıyor, takılıyor muyum, - Jeanette-Nicole, Ayşet’in bu yanıtına şaşırdı, duyduğu şey içini sızlattı. – Niye, bizi unutmuş olan Charles de Ferriole’ün istediği de bu değil mi, bana yaptığı uyarıyı unuttun mu? “Fransa’da yaşayan herkes Fransızdır” demişti…
- O zaman, Aissé, - Jeanette-Nicole içinden gelmese de gülümsedi, - bizi unutmuş olan kontun dediğini yapıyor olmuyor musun?
- Doğru söylüyorsun, beni kızı olarak kabul etti, ama Paris’e geldiğinde beni unuttuğunu, orta yerde bıraktığını söyleyeceğim, bağışlamayacağım onu. Fransa elçisi olmuşsa ne olmuş, çok mu önemli? Devlet işlerini yapsın, ama seni bekleyenleri-yakınlarını da unutma.
- Doğru, sana katılıyorum, - dedi Jeanette-Nicole, ardından başka bir konuya geçti: Başpiskopos Pierre Guérin de Tencin Paris’e geldi, yarın, Pazar günü bizi nereye götürecek, biliyor musun? Versay “Geyik Parkı”na, hep birlikte gideceğiz.
- Öyle ama, ya Claudine-Alexandrine bizi görürse? – Şu ana değin umursamaz durumda oturan küçük kız ansızın değişti ve tanınmayacak biçimde gözleri açıldı.
- Aissé, ne kadar da ürkek birisin? – Jeanette-Nicole sıcacık bir bakışla küçük kıza gülümsedi. - Pierre Guérin de Tencin bizi davet ettiği için hayır diyemedim. Paris büyük, ayrıca ne diye Claudine-Alexandrine yanımıza gelsin ki? Bizi sevmiyorsa, biz ne yapabiliriz, zorla kendimizi beğendirecek halimiz yok ya? Böyle şeylere kafanı takma. Bu sana getirdiğim kitabı okursan çok daha iyi yapmış olursun. Üç dört yüzyıl önce Mısır’ı yönetmiş olan Çerkes Memluk Sultanlarını anlatan bir kitap. Pıyperıs (Baybars), Barkuk, Kalavun, Kanşavğur (Kansu Gavri) ve daha başkalarını anlatıyor.
- O kişiler yine Mısır’ın sultanları mı oluyorlar? – Ayşet’in gözleri ateşten birer top gibi parladı.
- Hayır, yüzyıldan fazla bir süre Mısır’ı yönettiler, ardından Türkler Çerkes yönetimine son verdiler.
- Bu Türkler ne diye bize hep böyle yaparlar. Niçin bize bir yaşam hakkı olsun tanımazlar… - Ayşet bir iç çekti, gözlerinde Fahri canlandı, ama onu azarlamış olması farklı bir nedene dayanıyordu: - Charles de Ferriole Türkiye’de, onların dil ve geleneklerini öğreniyor. “Doğu, Doğu, ah Doğu, Doğu’yu siz anlayamazsınız” diyor, Çerkesleri ve beni mahvedenleri bir türlü aklına getirmek istemiyor. Ne diye Paris’e dönmez ki? “Paris, Paris, ah Paris” diye söylendiği günleri çoktan unutmuş.
Jeanette-Nicole kızın bu yakarışına karışmamıştı ama kendi kendine söylenmekten de geri kalmamıştı: “Aissé, dış görünüşü ile bir Fransız kızı gibi olmuş, ama kalbi hala Çerkes, onları unutmamış. Aissé, aslında öyle olman gerekiyor. Yoksa, köksüz-başsız biri olarak yeryüzünden silinip gideceksin…”
Yaz güneşinin sıcak ışınları penceresinden içeriye girip yanaklarında oynaşmaya başlayınca Ayşet uyandı. Güzel bir güne uyandığı için sevindi. Üç entarisinden hangisini giyip Versay’a gitseydi. Göğüs kısmı açık, bel kısmında ince bir kemer bulunan kısa kollu ve alaca entariyi mi, yoksa uzun kollu ve boynunu kapatan ipek entariyi mi giyse? Üçüncüsü, kısa kollu entarisi de ince beline iyi oturuyordu. Dün akşam Jeanette-Nicole ile elbise konusunu konuşmuşlardı. İkisi de gelecek olan Pierre Guérin de Tencin’in beğeneceği biçimde giyinmeye karar vermişlerdi.
“Pierre dini kıyafetiyle, rahip elbisesiyle gelecek olursa? – Aklına gelen bu soru Ayşet’i ürküttü, sonra da kendine geldi. – Gelirse görür, biz de ona göre giyiniriz. Manastır okulundaki entarim ütülenmiş halde askıda. Jeanette-Nicole’ün de rahibe elbisesi yok değil ya, birden çok elbisesi var. Jeanette-Nicole göğüs kısmı açık, kısa kollu elbisemi beğeniyor. Evet, ben de bugün o elbisemi giyeceğim…”
Pierre’in faytonu manastırın kapısına yanaştığında güneş hayli yükselmiş, ortalık ısınmıştı. Pierre kısa etekli beyaz bir ceket giymişti, faytondan indi, başı ve ceketi açıktı, siyah saçı ve siyah çizmeleri uyumluydu. Parmaklarındaki siyah boncuklar da diğerleriyle uyumluydu.
- Haydi, Aissé, - Sabırsızlıkla Pierre’i beklemekte olan küçük kıza Jeantte-Nicole gülümseyerek seslendi, - bak, yaz kıyafetlerini giymekle akıllılık ettik.
Uzun boyu ile ince belini gizlemeyen açık sarı entarisini giymiş olan Jeanette-Nicole'ün gerisinden, yeryüzünde kendisinden daha şanslı bir kız çocuğu bulunmuyor muş edasındaki Ayşet yürümekteydi. Evden çıkar çıkmaz kendilerini karşılayan Pierre’e koştu ve ona sarıldı. Faytona bindiklerinde de, Jeanette-Nicole'e karşı düşecek biçimde Pierre’in yanına oturdu, soru üstüne soru sormaya başladı:
- Pon de Vel, tatilde, Ablon’daki yazlık bahçemize gidecekti, gitti mi acaba?
- Marie-Angélique, onu, küçük kardeşi Argental’i ve Sophie’yi de alıp Ablon’a gitti.
- Çok mu oldu?
- Claudine’in dediğini göre geçen hafta gittiler. Seni de bekliyorlar.
- Tatile girmemiz için sadece bir hafta kaldı. Öyle değil mi, Jeanette-Nicole?
- Tatili izleyen gün seni Ablon’a (*) göndereceğim, orası bambaşka bir güzellikte, huzur dolu, sakin bir yer, umarım sevdiklerinle birlikte güzel bir yaz geçirirsin.
- Sen de yanımızda olsaydın, iyi olurdu… - Ayşet iç çekti.
- İyi olurdu tabii, ama Aissé benim okulda bir sürü işim var, - Jeanette-Nicole gizlice Pierre’e baktı, küçük kızın kalbini kırmadı.
- Durum öyleyse, Jeanette-Nicole, yaz dinlencesi süresince seni özleyeceğim, okulumu, kız arkadaşlarımı da özleyeceğim, - düşük bir ses tonuyla söyledi bunları Ayşet, ardından bir iç çekti ve beklenmedik biçimde bir soru sordu: - Laroche hala İstanbul’da mı?
- İstanbul’da olabilir, kendisine ilişkin bir şey duymadım.
- Claudine-Alexandrine?
- Paris’te bulunduğum üç gün içinde sadece bir kez gördüm.
- Claudine’i uzun bir süreden beri görmedim, geçtiğimiz ayın başlarında yanıma bir kez gelmişti. Ona dargın değilim, görmek istiyorum. En çok da Augustin-Antoine’ı özledim.
- Bir süre önce Dauphine iline gitmiştim, orada Augustin-Antoine’ı gördüm, seni sordu, senden övgüyle söz etti. O da Ablon’a gitmek ve orada dinlenmek istiyor.
- Beni unutmadığı için ona teşekkür ederim… - Ayşet, söyleyemediği şeyi Jeanette-Nicole’a hissettirerek, daha duyulur biçimde bir iç çekti.
Jeanette-Nicole, Ayşet’in aile bireylerini özlemle sorması, onlara karşı duyduğu sıcak duyguları şaşkınlıkla karşılıyor, belli etmeden küçük kıza bakıyor, içten içe üzülüyordu. Ayşet’in küçücük kalbinde olup biteni ise Ayşet’ten başkası bilmiyordu: “Üzüntü içindeydi, Charles de Ferriole’a kızıyordu ama onu özlüyor, niçin gelmediğini merak ediyordu. O kadar süre içinde sadece üç ya da dört kez yazmıştı. Mektuplarında “boy ve endam yönünden büyüyüp büyümediğini” merak ediyor ama okulunu ve sorunlarını sormuyordu. Son mektubunda yazdıkları kuşkulanmasına neden olmuştu. “Yola çıkacak durumdaysan, buna hazırsan, birilerini gönderip seni İstanbul’a aldırayım” diye yazmıştı. Mektubu gösterdiğimde Marie-Angélique ve Sophie de bunu kabul etmemiş, kızmışlardı. Claudine-Alexandrine ise gülümsemiş, ama sesini çıkarmamıştı. “İstanbul’dan Paris’e altın kaplama yol döşeseler bile Aissé’yi yola çıkarmam. Kendisi gelse bile gözlerimi bir an olsun kızın üzerinden ayırmam!...”
- Gittiğimiz yere niçin “Geyik Parkı” diyorlar? – diye Aissé sorunca, Jeanette-Nicole kaygılı düşüncelerinden sıyrıldı.
- Eskiden orada geyiklerin yaşadığı bir orman vardı, o nedenle oraya “Geyik Parkı” diyorlar, - diye Pierre yanıt verdi, - İşte, orada döndürülen koca çarkı, büyük tekerleği görüyorsun, korkmayacaksan bineriz.
- Ne kadar da ilginç bir şey, Piyer, ona binenler korkmuyorsa, ben ne diye korkayım ki? Sen de bizimle biner misin, Jeanette-Nicole?
- O kadar yüksek bir şeye, dönme dolaba ikinizi yalnız bindirmeyi benden bekliyor musun, Aissé? – Küçük kızı sevindirip başka bir konuya geçti: - Güneş kralımızın su değirmeni de parkta.
- Ne öğütüyor ki? – Ayşet bu duyduğuna şaşırdı.
- Bozulmuş, çalışmıyor… - Diye şimdiye değin konuşmayan sürücü Jacques mırıldandı.
- Hayır, hayır, çalışıyor, - Başpiskopos Pierre Guérin de Tencin yumuşak bir sesle araba sürücüsüne yanıt verdi, - haftada bir iki gün çalışıyor. Birinin yaptığı iyiliği, bağışı unutmamak gerekir. Tanrı iyiliği unutmaz, görür, - sözlerini daha yumuşak bir ses tonuyla bağladı.
Arabayı gönderip parka tam girecekleri bir sırada, önden ve arkadan iki atlı muhafız eşliğinde giden dört at koşulu bir landon (büyük fayton) durdu, içinden Claudine-Alexandrine indi ve seslendi:
- Pierre, Aissé ve Jeanette- Nicole, sizi gördüğüm için durdum, - dedi, şarap kokuyordu, lüks landondan inmeyen yanındaki kişiye de seslendi: - Kardinal, Dubois, niye hala arabadasın, gel de merak ettiğin Charlotte-Elizabéth Aissé’yi sana göstereyim. - Utanmış-istemiyormuş bir tavırla kardinal, landondan indi, ileri yaşta esmer bir adamdı, Claudine-Alexandrine, adamı oradakilerle tanıştırdı: - Bunu tanıyorsun, Pierre Guérin de Tencin. Bu da Fransa Büyükelçisi Charles de Ferriole’nin Türkiye’den bize getirdiği evlatlığımız Charlotte-Elizabéth Aissé. Diğeri de Jeanette- Nicole, Saint Cloud Manastırı müdiresi (eŝhatêt). Sizi tanıştırdığım kişiye gelince Fransa Kardinali, Başbakan Dubois.
- Bizi tanıştırmış olmana sevindim, - dedi, Ayşet ile Jeanette- Nicole’ü başıyla selamladı, kendi takmış gibi küçük kıza adını söyleyerek sordu, - Charlotte-Elizabéth Aissé, eğitim- öğretim durumun nasıl? Fransızcayı öğrenmede zorluk çekiyor musun?
- Okumam iyi, Fransızcam da fena sayılmaz, monsenyör, - Ayşet kestirmeden kardinale yanıt verdi.
- Durum öyleyse iyi, sevindim. Kont Charles de Ferriole’den memnun olduğumu ilk gördüğümde kendisine söyleyeceğim, siz de söyleyin. Bizim acele bir yere varmamız gerekiyor, - dedi ve ayrıldılar.
Kardinalin landonu uzaklaşır uzaklaşmaz Ayşet ağzını açtı:
- Claudine-Alexandrine ile karşılaşacağımızı size söylememiş miydim!
- Söylemiştin, ama böyle bir karşılaşmayı beklemiyordum, - Claudine-Alexandrine’den yayılan şarap kokusunu yok sayarak Ayşet, Jeanette- Nicole ile şakalaştı, kimseyle karşılaşmamışlar gibi parka girdiler.
Kralın “Geyik Parkı” yılın her mevsiminde güzel ve ilginç bir yer. Bugün yaz mevsiminin ilk günüydü, sıcak bir hava vardı, her taraftan kalabalık insan uğultu ve sesleri geliyordu: Kız ve erkek çocuklar çimenlere dağılmış oynuyorlar, salıncaklara biniyor, yüksekçe olmayan yuvarlak ağaç köprüler üzerinde yürüyor, kaydıraklardan aşağı kayıyor, kelebeklerin peşinde koşuyorlardı. Gölgeli yerlerdeki banklarda oturan ana ve babalar da çocuklarını gözlüyorlardı. Bazıları su içiyor, tatlı şeyler yiyordu.
İki grup insanın nöbetleşe çevirdiği büyük çark, tek seferde bekleyenlerin bir çoğunu içine alıyordu, yine de bekleyenlerin ardı arkası kesilmiyordu.
- Bütün gün beklesek bile, sıra bize gelmez, - diyerek Ayşet, başını Jeanette-Nicole’ün omuzuna yasladı.
- Bıktıysan binmeyiz, - diyerek Jeanette-Nicole küçük kızı kendine çekti.
- Paris’i yukarıdan göreceksem akşama değin beklerim, - Ayşet kendi kendine söylendi. – Önümüzdeki grup biner, onların arkasındaki grup da binerse sıra bize gelir. Değil mi, Pierre?
- Evet, fazla beklememiz gerekmeyecek.
Yüksek çark, dönme dolap iki kez döndürüldükten sonra, sıra, Ayşet’in tahmin ettiği gibi kendilerine geldi. Geniş çapraz derilerle üçü de kayığa bağlandılar, ikisinin arasında oturan küçük kız, yükseklere çıkartılacaklarını umursamaz bir tavırla sordu:
- Korkuyor musun, Jeanette-Nicole?
- Bilemiyorum…
- Korkma, yukarı bak, aşağıya bakma. Pierre, Paris’in üstüne çıkıyoruz!.. Ne kadar da güzel!.. Yeryüzünü seyrediyorum!.. Her yönden Paris’i görüyorum!..- Ayşet sessizce Jeanette-Nicole’e fısıldadı: - Çerkeslerin ülkesi hangi tarafta?..
- Çerkeslerin güneşin doğduğu tarafta yaşadıkları söylenir.
- Öyleyse şu tarafta yaşıyor olmalılar… - Düşük bir sesle söylendi, ardından sesini yükseltti ve konuyu değiştirdi: - Peki Ablon, gideceğim Ablon hangi tarafta?!
- İşte, tam önünde görünüyor, - Pierre eliyle Ablon’un bulunduğu yeri gösterdi.
- Pon de Vel, Argental, Sophie, duyuyor musunuz beni?! – diyerek herkesi kendine baktıracak biçimde haykırdı. – Size seslenen benim, Charlotte-Elizabéth Aissé!..
(*) - Ablon - Paris’in banliyölerinden biri - ç.n.
(Devamı gelecek)
 
  Bugün 112 ziyaretçi (134 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol