adigehaber
  ayşet- 4
 
AYŞET - 4 (Tarihi Roman, s. 22-25)
                                    IV
Marsilya iskelesinde Charles de Ferriole göğsünü gererek temiz havayı içine çekti ve tercümanı Fahriye seslendi:
- Dostum, işte Fransa. Bak, havasını solu, dinlen, kısa ve uzun eteklileri izle, onlardan birinin tadını tattırmadan seni Türkiye’ye göndermem. Benimle gelmeseydin bu küçük kızla ne yapar, nasıl anlaşabilirdim? Anımsıyor musun bilmediğin konuda tanıklık yapma dediğimi.
- İnsan hatır tanımaz diye bir şey duydun mu, muallim? – Fahri, Charles de Ferriole’nin gerisinde kalmadı. –Ben de hatır diye bir şey bildiğimden, dil bilmeyen bu küçük kızla seni başbaşa bırakmayı kendime yediremedim, işlerimi bir yana atıp seninle yola koyuldum.
- Bu yaptığından pişman olma, ben sözümü çiğnemem. Küçük Çerkes kızı biraz Fransızca öğreninceye kadar bizde kal, sonra memnun ederek seni memleketine yolcu ederim. Ama olayların farklı gelişeceğini umuyorum Fahri. Haşmetmeap kralımız beni beğenmişse, seninle birlikte Türkiye yolculuğuna da çıkabilirim.
- Ya küçük kız?
- Onu da düşündüm. Kardeşim Augustin-Antoine ve eşi Marie-Angélique’e bırakacağım, Claudine-Alexandrine de ablasına yardımcı olacak. Malın mülkün varsa, sen de benden iyi bilirsin, her kapı sana açılır. Başka çare kalmazsa , masrafını karşılayıp onu manastırda büyüttürür, okuturum. Ama içinden çıkamadığım şeyi sana söyleyeyim, Çerkes kızının telaffuz edemediğim o adı… Adını nasıl söylüyor?
- Ayşa.
- Evet, öyle, Türkçesini söylediğin o Çerkes adıyla, duyanın benimle dalga geçeceği biçimde Ferriole’lerin evine götüremem onu.
Charles de Ferriole ile Fahri’nin konuştuğu Fransızcayı iki aydan beyi duyan Ayşet, ne denli yabancılık duysa da kulağı Fransızca seslere alışmaya başlamıştı. Birkaç küçük sözcüğün anlamını kavramış, konuşacak düzeye gelmişti ama tüm tatlı sözlere, yalvarmalara karşın konuşmuyordu. “Bonjour” – Günaydın, “mersi” - teşekkür ederim gibi iki sözcüğü kapalı pembe dudaklarından dökecek hale gelmemişti henüz, duyduğu sesler kendisine çirkin geliyor, inatçı küçük bir uzun saçlı kız olarak oturuyordu. Birgün Marsilya kenti limanında kendisine yapılanı unutamıyordu. Kendisine giydirilen entari, ayakkabı ve şapkaya ne gibi bir gereksinimi vardı ki. En iyi yaptığı şey, Türk haydutların evlerine baskın yapmalarından önce annesi Cenet’in kendisi için diktiği ve altın iplikle işlediği şapkasını, başka şapkayla değiştirip atmak istediklerinde kapıp geri almış olmasıydı. “Kirlenmiş, ezilmiş olması önemli miydi… temizler, düzeltirsen eskisi gibi olur. Esir kızlardan biri onu benden kapmaya kalkışmıştı!.. Siz bilmiyorsunuz ama o benim annemden kalan tek hatıra! (нэпэеплъ!) Babamın keçi derisinden kestiği ince kemerimi ise attılar…”
Ayşet’in küçücük kalbi bunalmış, ne denli sıkıntı içine düşmüş olsa da, en zor durumunda bile, yakınmayacağına, yalvarmayacağına içinden andiçmiş, bugün de direnme gücünü kanıtlamıştı.
At arabasında (landon arabası) giderlerken iki adamın kendisi ile ilgili konuştuklarını anlıyor, ama üzerinde durmuyordu. Küçük ince kafasındaki kaygısı başkaydı: “Bu kızıla çalan koca yüzlü adamın, Charles de Ferriole’nin adı ne de uzun, ne de ilginç, beni satın alıp denizleri, karaları aşıp niçin evine götürüyor? Bana ilişkin niyeti ne? Çocuğu mu yok yoksa?.. Beni doğuran talihsiz anne ve babam dururken ben onların nasıl kızları olabilirim? Bilmiyorum. Yoksa bana acıdığı için mi? İyi insan ise, ne diye beni evimize götürmüyor?.. Anne ve babam ölmüşse, hiç akrabam da mı kalmamış? Bilmiyorum onlar da mı yok olmuşlar… Bu Türk-Adıgece karışık konuşan adam da, acıyarak bana arka çıkmaya çalışıyor, öbür adamı bana övüp duruyor, ama iyi biri değil. – Ayşet inildedi, göğsünü bastırarak, kendisini gemledi: - Çaresiz kalırsam bunlarla da geçinirim. Yediriyor, giyindiriyorlar, ne desem, ne kadar kendilerine karşı çıkmış olsam bile kızmıyor, beni tatlı dille karşılıyorlar. Beni evimden çalıp deniz ötesine getiren kişidir asıl kötü olan, Allah ona belâsını versin!..”
Fahri’nin kafasında değişik düşünceler uçuşuyordu: Bir yönüyle Charles de Ferriole’u memnun etme, bitmez tükenmez isteklerini yerine getirme, diğer yandan da kendi yalnızlığı ve şimdi de buna eklenen kimsesiz küçük kızın sorunu: “Malın mülkün çoksa açamayacağın kapı yok. “Türk adı” zor geldiği için kızın adını değiştirtecek. Türk adı değil o ad, aslında Çerkes adı! Unutmuş olamazsın Çerkes kızlarının adları güzel diyerek, şarkılarını dinleyerek haramlarda (- kadın satılan evlerde-) geçirdiğin günleri!.. Bu küçük ve kimsesiz çocuk için onca parayı ödemesi nasıl açıklanabilir? Kıza ilişkin niyeti nedir?!”
- O Türk adı Fransızca olarak telaffuz edilemez mi? – diyerek, Fahri, düşündüklerini ve şimdi kafasında oluşan ve kendisini rahatsız eden sözlerini, Kontun “Türkçe ad” diyen küçümseyici tavrını beğenmiyordu. Biraz da alttan alarak Charles de Ferriole’a sordu.
- Hayır. “Aysse” (Aïssé) diyerek onu çağıramam. Ona vereceğim Fransızca adı buldum bile. Dinle: Charlotte- Elizabéth”. Duyuyor musun ne kadar da güzel bir ad. Bugün Lyon’a vardığımızda Saint-Jean Katolik Kilisesi’nde o adı tescil ettireceğim!..
… “Charlotte- Elizabéth” Fransız adı Ayşet’e verildi, ama küçük kız o adla çağrılmaya razı olmadığını yüksek sesle haykırdı, kızın diretmesi üzerine yeni adına Adıge adı “Ayşet” (Aïssé) adı da eklendi.
(Devamı gelecek)
 
  Bugün 120 ziyaretçi (146 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol