adigehaber
  Ayşet - 17
 
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s. 120-125)
V
- Kim bu yakışıklı genç? - diyerek Charles de Ferriole Fahri'ye sordu. Sormakla yetinmedi, genci karşısına oturtup Türkçe sordu: - Adın ne?
- Orhan.
- Güzel bir ad. Dostum ve yaşıtım Fahri ile aranızdaki yakınlık nedir?
- Aynı anadan doğmuş olmasak bile, - Orhan Fransızca konuştu, - Fahri'nin kardeşiyim.
- Fransızca da biliyor musun? - Charles de Ferriole kulaklarına inanamadı. - Nerede öğrendin, Korsika aksanıyla konuşuyorsun da.
- Evet, dilinizi tutsak olarak bulunduğum Korsika'da zorla öğrettiler.
- Zora dayalı yapılan her iş, kötüdür, yeryüzünde öyle şeyler oluyor, olmasa çok daha iyi olurdu. Ama o iş bizim değil, Tanrı’nın elinde olan bir iş.
- Bizim Allah’ımızın da, sizin Tanrı’nızın da suçu olamaz, - Orhan’ın yanakları tik atmaya başladı, - sorumlu olanlar beni kaçıranlar ve satın alanlardır. Onların bana, ana babama ve yakınlarıma çektirdikleri acıyı kim bilir!
Charles de Ferriole ile Fahri bu kınayıcı sözler üzerine bakıştılar. İlkin Fransız büyükelçi durumu kavradı ve bir tatsızlık doğmaması için asıl konuya dönüş yaptı:
- Evet öyle…İkiniz aynı anadan doğmamış olsanız bile, doğmuş gibi olmanız çok güzel. Düşman olmaktansa dost olmak çok daha iyi. İnsanlar, ülkeler niçin birbirleriyle savaşsınlar? Benim Türkiye’de yapmak istediğim, güneş kralımızın da benden istediği şey de bu. Nerede olursam olayım insanlık yararına olan politikaları destekliyorum. Elimden geldiğince ülkeler arasında çatışma çıkmasını önlemeye çalışacağım. Bu amaç uğruna başka ulusların dillerini öğrenmeye çalışıyorum. Bakın, şu an tüm gücümle Rusça öğrenmeye çalışıyorum ama zorlanarak değil, isteyerek yapıyorum bunu. Bu konuda Kantemir Dmitri’nin yardımını alıyorum.
- Kim o? – İlk kez adını duyduğu bu kişinin kim olduğunu sordu Fahri.
- Tanımadığın biri. O da bu yakınlarda benim gibi Türkiye’ye gelmiş kültürlü biri. Haftada bir kez olsun buluşuyoruz, dillerinden birkaç kelime bana öğretiyor. Kendi gelemezse adamlarından birini gönderiyor. En iyisi, Fahri, dostum, Rusya’dan gelmiş ya da kaçırılmış güzel bir kadın bulmam, güzel olmasa bile katlanırdım.
- Sırp olsa olmaz mı? Sırplarla Rusların dillerinin birbirine benzediği söyleniyor, - Fahri kendinden küçük Orhan’ın orada bulunduğunu unutmuş, kız kadın konusuna yeniden dalmıştı.
- İstanbul’da Sırp kadını çok, ama dilleri Rusçadan biraz farklı, bozuk, - Ara verdikten sonra, hoş olmasa da sözlerini sürdürdü: - Rus kadınlarının güzel oldukları söyleniyor, ama esir pazarında bulamıyorum. Bir Rus kadınıyla karşılaşacak olursan Fahri…
- Hayır, hayır, kont, - Büyük elçinin sözünü kesti Fahri, - Sen de biliyorsun, o tür işleri bırakalı çok oldu!
- İyi olmadı bu…- Charles de Ferriole kendi adına kaygılandığı şeyi söylemişti. – Beyaz tenli bir Rus kadınını yakalasaydım Rusçayı ondan iyi öğrenirdim. Size söylemediğim bir konu daha var, ne olduğunu söyleyeyim, Rusçayı iyi öğrenirsem aydınlık kralımız beni büyükelçi olarak Rusya’ya gönderebilir.
Bir kızaran, bir bozaran ve bir siyahlaşan Orhan’a baktı Fahri, çocuğun lafa karışmasına meydan vermemek için kontun konuşmasını kesti ve sordu.
- Dillere o denli ilgi duyuyorsan, büyükelçi, ne diye Çerkesçe de öğrenmezsin?
- Çerkesçe mi dedin.. - Charles de Ferriole beklenmedik bu soru karşısında konuşmasına ara verdi, sorunun altında gizli bir niyet görmemiş gibi yapıp yanıt verdi. – Çerkesçe mi dedin, hangi konuda işime yarayacak ki?
- Ayşa ile konuşursun ya?.. Orhan içindeki öfkeyi bastıramadı.
- Ayşa dediğin de kim? – Türkçe söylenen bu adı anlayamamış gibi sordu kont.
- Charlotte-Elizabéth Aissé bunun demek istediği kont… - dedi Fahri ve Orhan’ın patavatsızlığını düzeltti. – Orhan henüz genç biri, kusuruna bakma, içindeki birikimler nedeniyle öyle konuşmuş olmalı.
- Sıkıntı, genç yaşlı demez…- dedi Orhan, Fahri’ye duyurarak, Fransız büyükelçinin anlayıp anlamayacağını umursamadan homurdandı.
- Tabii öyle, Orhan, - Charles de Ferriole çocuğun dediğine katılarak, konuşmasını kendi istediği gibi bağladı, - beni üzecek bir şey söylemedin. Öyle şeyler de olabilir. – Gülümseyerek konuşmasını sürdürdü. - Charlotte-Elizabéth Aissé de Ferriole’yi kastediyorsan, zorlama olmaksızın uzunca bir süreden beri aramızda, o artık bir Fransız kızı sayılır. Sen de gördün değil mi Fahri?
- Fransa’ya götürdüğümüzde, bazı Fransız davranış özellikleri kazanmıştı, - Fahri isteksizce konuştu, - Ama benden sonra ne oldu, bilemem.
- Doğurmadığı çocuğu büyütenlere ilişkin Çerkeslerin dediklerine ilişkin ne söylemiştin, Fahri?
- “Bebek, doğuranın değil, büyütenindir” (Sabıyır ziyer kezıĺfiğer arep, zıṕurer arı) derler.
- Bundan daha gerçek bir sözü Çerkesler söylememiştir! - Charles de Ferriole elçilik mesleğine uygun bir açıklama ve vurgulama yaptı, sözlerini savundu, başkalarının işlerine karışmamalarını istediğini belli ederek tartışmayı kapatmak istermiş gibi konuştu. – Yakından baktığınızda Charlotte-Elizabéth Aissé’nin bir zamanlar küçük bir Çerkes kızı olduğunu artık anlayamazsın. Charlotte-Elizabéth gibi güzel bir Fransızca isme “Aissé” gibi telaffuzu zor bir Çerkes ismi de eklenmemiş olsaydı, Fahri, Çerkes olduğunu çoktan unutmuş olurdu Aissé.
- Kont, o işte benim bir payım, bir dahlim yok, - sözü kesip işin doğrusunu söyledi. – Unuttun mu Çerkesçe ad konusunda Aissé’nin direttiğini?
- Unutmadım… - söylediklerinden pişman olduğu Charles de Ferriole’nin sesinden anlaşılıyordu, ama bir çıkış yolu bulmuştu: - Charlotte-Elizabéth Aissé’nin dediğini yapmamış olsaydım günahını almış, günah işlemiş olurdum… Yahu, öğle yemeği vakti geldi, ne diye oturuyoruz ki! - “Kendi aile sorunlarımı çözmem için sizden yardım istemişim de onun için mi geldiniz” diye içinden geçirdi, kont, yine ustaca bir çıkış yolu bulmayı başardı.
- Teşekkür ederiz, kont. Öğle yemeği için başka bir yere sözümüz var, bizi bekliyorlar, gecikirsek ayıp olur, - Fahri ayağa kalktı. – Haydi, gidelim, Orhan. Bu kadar süre kalmayı düşünmemiştik, buradan geçiyorduk, kardeşim olan bu genci sana göstermek, seni onunla tanıştırmak için uğramıştım.
- Teşekkür ederim, çok memnun oldum, - kont, konukların gidişine memnun olduğunu gizleyerek ayağa kalktı, ama kendine bir paye ayırmayı da unutmadı: - Benim bir sürü devlet işim var, koşuşturup duruyorum, beni burada bulmuş olmanız bir şans. Bu Orhan akıllı bir genç, - içindeki kuşkuyu belli etmeden, ona sıcak bir bakış yöneltti, gülümsedi ve elini omuzuna koydu, - beni onunla tanıştırdığın için Fahri, teşekkür ederim. Öncesinden bir gün kararlaştırır, beni de haberdar ederseniz daha uzun bir süre beraber olur, konuşuruz. Unutmuşum Fahri, hele bir bekle, - kapıya varmış olan Fahri’ye seslendi ve yanına çağırdı, kapı ardındaki Orhan’ın duyamayacağı bir sesle Fahri’nin kulağına fısıldadı: - Bu çocuğa güveniyor musun? Hele, hele, hele, bir şey deme, dikkatli ol, senden de, benden de hoşlanmamış bir hali var. Tutsaklık onu fazla sarsmış olmalı. Fazla uyanık olanlardan uzak durmak iyi olur…
“Kafa ütüleyen-geveze çocuğun ağzından dökülen boş sözleri bir saat dinleyip oturdum…- Charles de Ferriole nasıl sabredebildiğini kendine sorarak odasında dolaşıp duruyordu, aklını oynatmış gibi dolanıyor, suratını asıyordu, gözleri kızarmıştı. – Fahri, ne diye onu yanında gezdiriyor? Bana sataşsın diye mi yanıma getirdi? Charlotte-Elizabéth Aissé için bir “Ayşa”, bir “Aissé” diyerek, ne diye benim işlerime burnunu sokuyor? Satın alan ve büyüten bensem, sahibi de benim, ne yapacağımı, nasıl davranacağımı sadece ben bilirim! Bu Türklere yüz vermeye de gelmiyor, tepene çıkar, adamın başına ummadık işler de açarlar. Kendilerini bana benzeterek, sormadan-randevu almadan geliyorlar, akıllarına estikçe geliyorlar… “
- Dasten, - Charles de Ferriole uşağına seslendi ve ona kızdı: - Sana kaç kez söyledim, gelen kişiye haberim olmadan kapıyı açma diye?!
Charles de Ferriole bir süre odada gezindikten sonra rahatladı, düşünceleri Fransa ve Paris’e uzandı. Neuve Saint-Augustin (Növ Sen Ogüsten) caddesini, çocukluğunu, gençliğini ve sonraki yıllarını geçirdiği ana caddedeki büyük beyaz evlerini, suları yatağından taşarcasına akan Seine Nehrini, Notre Dame Kilisesi’ni, Elysée çayırlarını, kentin önündeki ormanları, birbirinden ayrılan küçük sokakları ve buralarda sıralanan lokanta ve kafeleri, yuvarlak-oval değişik evleri, Versay (Versailles) ve Trianon’daki gezinti ve dinlenme yerlerini uzaklardan anımsadı, aklından geçirdi. Saind-Cloud’ya baktığında, manastırın bahçesinde oynaşan kız çocukları arasında Charlotte-Elizabéth Aissé’yi görür gibi oldu, içi cız etti: “Charlotte-Elizabéth Aissé boy atıyor ama yaşı henüz çok küçük… Erkek eli değmemiş Jeanette-Nicole en iyi günlerini yaşıyor… Acaba ne durumda?.. Bazen farkında olmadan bazı şeyler, rahatsızlıklar yaşıyorum… Bu özel şeylerimi buradaki hekimlere açmam doğru olmaz. İstanbul’a gelmesini istediğim Laroche hâlâ gelemedi, başağrımı giderirse o giderir…”
Hafifçe açılan kapı sesi odada gezinen kontu düşünce dünyasından uyandırdı, uşağı seslendi:
- Laroche, Fransa Büyükelçisi.
- Kim miş bu Laroche?.. – İlkin Charles de Ferriole söyleneni anlayamamıştı, ardından kapıdan gireni tanıdı, küçük bir çocukmuş gibi kollarını açıp karşıladı: - Laroche, sen misin?! Seni bir ay boyunca bekleyip durdum!..
 
  Bugün 108 ziyaretçi (128 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol