adigehaber
  Ayşet - 5
 
Ayşet- 5 (Romandan bir parça, s.25-33)
 
 
İshak Maşbaş (Meşbaşe İshak)
                                      V
Dört at koşulu araba (landon), önde iki at, geride iki at daha, alabildiğine, sonbahar serinliğinde koşuyordu. Arabadakiler Marsilya, Avignon (Avinyon), Valance (Valans) kentlerini, daha küçüklerini, irili ufaklı köyleri, dağ kalelerini çoktan geride bırakmışlardı. Rhône (Ron) ve Saône (Son) nehirlerinin birleştiği yerdeki Lyon’da Charles de Ferriole (Şarl dö Feriyol), küçük Müslüman kız Ayşet’i, hiç hazır olmadığı halde, Katolik dinine göre vaftiz ettirip Fransızca adını kayda aldırmış, Savoie (Savuva) yöresindeki dağları geride bırakmış, daha ilerideki sıra sıra dağ sırtlarını da aşmış durumdaydı. Melun (Mölan) şehri yakınlaşmış, Paris’e de az bir yol kalmıştı.
Hava güneşli ve sıcaktı, atlar koşuyor, soluyorlardı.
- Yahu, Fahri, - Charles de Ferriole kendini daha fazla tutamadı, - küçük kız kendisine verdiğim adı beğenmemiş, bana küsmüş olabilir, ama senin bu güzelim dünyaya küsmüş olman niye?
- Yok öyle şey, herşey güzel, gayet iyi.
- Öyleyse sorun yok. Charlotte-Elizabéth Aissé (Şarlot-Elizabet Ayse) Fransa’yı beğenmiş mi, sor bakalım, - adını duyunca hızla başını kaldıran küçük kız konta gülümsedi, - evet, evet, artık güzel adını unutmayacağım.
Fahri’nin sorduğu ‘Fransa’yı güzel buldun mu?’ sorusunu Ayşet hemen yanıtladı:
- Bizim ülkemiz daha güzel!
- Bu yöre de güzel… - Fahri, öncelikle Ayşet’in demediğini Charles de Ferriole’e söyleyip asıl dediğini tercüme etti.
- Güzel, güzel, bir şey deme. Herkes kendisinin olanı güzel görür, benimser, olmayacak şey demedi, - “hiç farkında olmadan ileride çok daha güzel olacak akıllı bir kız çocuğunu satın almış oldum” dedi içinden – Evet, evet, Aissé (Ayse) akıllı ve zekisin. Yeniden düşündüm, güzel bir Çerkes adın da var. Yavaş yavaş bize ısınacaksın. – “Ne olacağına sonra bakarız…” – diye eklemede bulundu.
- Ne diyor bu senin muallimin? – diyerek yarım aydır süren yolculuğu boyunca ilk kez gülümsedi Ayşet.
- Kont seni övüyor.
- Niye, - duyduğu söz Ayşet’i şaşırttı, - Beni övecek neyimi görmüş ki?
- Konuşun, konuşun, - dedi Charles de Ferriole, kendisi için olumlu konuşulduğunu düşünerek Fahri’ye dostça bir göz attı, Ayşet’e de gülümsedi, - benden olumlu söz et. Benim bu küçük kız için yaptığımı, bundan sonrası için yapacaklarımı henüz bilmiyor. Ne olduğumu, ülkedeki statümü, konumumu, elimden neler gelebileceğini ona anlat. Beni kendi halime bırakın, biraz kestireyim.
Fahri’nin beklediği şey de buydu: Ayşet’in kaçırılış gününden başlatarak kızın başından geçenleri öğrenmek istiyordu, ama bunu sormak için fırsat bulamamıştı. Günlerce süren deniz yolculuğunda dalgalarla boğuşmuşlar, gemide huzurlu bir dinlenme ortamı yakalayamamıştı. Konuşmak için at arabası da uygun yer değildi. Karşı karşıya bakışıp otururken nasıl konuşur, gizli bir şeyi sorabilirdiniz? Aksine davranırsan, umulmadık durumlarla da karşılaşabilirdin.
Küçük Ayşet, tercüman Fahri için dert miydi ki? Ortalıkta gözükmeden esir pazarlarında az mı insan sattırmıştı? Fahri’nin diğerlerinden farklı olarak bu kız çocuğu ile ilgilenmekte ne gibi bir çıkarı olabilirdi? Konuşması gereken kişi bu muydu, bu kız çocuğu konusunda yanılmış olabilir miydi? Peki, sorusuyla kuşkulandırabileceği bu küçük kıza bir yardımı olacak mıydı? Asıl yardımı kızı satın aldıkları o pazar yerinde yapması gerekmez miydi?
Fahri, dudaklarından hafif horlama sesleri çıkan, yorgunluktan uyuyakalan Charles de Ferriole’a baktı, ardından önüne, yere bakıp oturan Ayşet’e döndü, kendi kendisine kızdı: “Bu kibirli Çerkes kız çocuğu da, bu horlayıp kendini öven kont da bana gerekli değiller! Benim asıl bulmam gereken kişi Tuapse’de beni sakat bırakan yarı Çerkes- yarı Türk İsam. Ölmüş denerek birkaç yıldan beri beni uyuttular, ama şimdi bir iz yakalamış olabilirim”.
- Seni satan tütün içici o ihtiyar mı seni deniz ötesinden kaçıran? – Fahri güven ifade eden yumuşak bir dille küçük kıza, Ayşet’e sormadan edemedi.
- Hayır, - Ayşet, Fahri’nin soru soruş biçiminden kuşkulanmıştı, yine yanıt verdi, ama karşı bir soru da sordu, - Niye sordun?
- Bir şeyden çekinirmiş gibi seni bize ucuza sattı da, ondan sordum.
- Beni kaçıran kişi, beni o ihtiyara sattırdı.
- Peki seni sattıran kim? – Fahri’nin sesinden çok gözleri dışarı fırladı.
- Sizi görünce saklanan kişi.
- Adı ne onun?
- Bilmiyorum. Ama o da senin gibi biri, Çerkesçe ve Türkçe biliyor.
- Kötü hırsız İsam olmasın o dediğin kişi, - Fahri’nin rengi atmıştı, ama işi şakaya vurdurup geçiştirmeye çalıştı ve gülümsedi, - beni ona benzetme, ben Fransızca da biliyorum…
Yeryüzü soru - yanıt, yalan - doğru, gizli-açık, yap - yapma gibi zıt şeylerle dolu bir yer, Fahri bunu yeniden fark etmişti. Dünyamız da, yaşamı ve düzeni, davranış ve hareketleri ile kendi de o çelişik varlıklardan biriydi. Güneş doğup batıyor. Kişinin dinlendiği, altında kötülüklerin gizlendiği geceyi, karanlığı aydınlığa çeviren ve ortalığı aydınlatan gündüz izliyor. Yılın farklı, uyumsuz, karşıt ve barışık dört mevsimi var, mevsimler de birbirini izliyor. Bazen hava iyi/ yağışlı gidiyor, bazen de kurak, bolluk dönemini kıtlık izleyebiliyor. Kıtlık dışlanan, istenmeyen şey, ulusu kırıp geçiren bir yıkım. Hırsızlık, cinayet ve yıkımdan mutluluk denen şey çıkar mı hiç?..
Fahri, kafasında beliren çelişik, bağlantılı sorunlara yanıt verecek, büyüğü ve küçüğü ile bunları karşılaştıracak, birbirinden ayıracak durumda değildi o an. Başına gelmiş o uğursuzluğu unutmuş, kaderine razı olmuşken, birden bire, o uğursuzluğun başına geldiği yıllara geri dönüş yapmış oldu. İçinde beliren ateşi, öç alma duygusunu bastıramıyor, kendi kendisini parçalıyor, yiyip bitiriyordu: “Mal mülk biriktirmek mi?.. Gelir, gider, Çerkeslerin dediği gibi, çiy gibi geçici. Yeniden doğmayacaksan, dünya mülkünü sunsan bile, durumu eski haline getiremeyeceksen, bu benim başıma gelen şey, geri dönüşsüz, aşağılayıcı bir durum. Evli biri olsaydım çocuklarımla yetinir, bu başıma gelene katlanırdım. Erkekliğimi geri almayı ve bunun gibi akıllı küçük bir kızım olacağını bilseydim, bunu, uğruna insanların birbirini kırdığı dünya malına yeğlerdim! Kimim ben? Tek ayakla koşuyor, kanatsız kuş gibi uçmaya çalışıyorum, eksikliğimi gizleyerek kadınlara kur yapıyor, göz kırpacak olduklarında da, çaktırmadan uzaklaşıyorum…”
- Ne oldu, bir şey mi dediniz?.. – Charles de Ferriole uyandı, gözlerini açtı ve oğuşturdu, kusurunu gizlemedi, - Sizi horlama sesimle rahatsız etmiş olmalıyım?..”
Sözleri çevrilince Ayşet gülümsedi ve güzel bir espriyle karşılık verdi:
- Dudaklarından dökülen hafif uyuklama sesinden ne diye rahatsız olalım ki.
- Öyle mi Aissé? – Kont bu söze sevindi. – Benim uyuma biçimim böyle. Horlaman yüzünden uyuyamıyoruz… “kadınlar…” diye başladı, hemen değiştirdi, - birçokları diyorlar… Sen de biraz kestirsen iyi olurdu, Charlotte Elizabéth, hep oturuyoruz. Fahri, küçük kızıma güzel bir ad buldum değil mi?
- Uyuklama sesin için yumuşak demiş olmamın nedeni, Charles de Ferriole, - eskiden beri samimi bir yakını imiş gibi Ayşet kontun adını söyledi ve nedenini açıkladı, - Babam da senin gibi tatlı bir uyuklama sesi çıkarıyordu, onun için… - küçük kız bir inildedi, ürkmüş halde sustu.
- Öyle mi?.. - Kont kıza sevinerek baktı, aklına nereden geldiğini bilmeden sordu:
- Baban, Aissé, benden daha yaşlı mıydı?
- Senden yaşlı değildi! – Ayşet sustu, ardından daha rahat bir ifadeyle devam etti. – Babamın güzel bir sakalı ve bıyığı vardı, Bolet bey/ zivshan (*) diyorlardı babama.
- Bolet mi dedin?.. – Gereksiz konuşmuş olmaktan pişmanlık duymuş olmalı Kont Charles de Ferriole, kendisi için anlamsız olan bu Bolet adını övdü. – Güzel bir isim.
- Annemin adı da Cenet’ti… - Ayşet kendini tutamadı, ağlamaya başladı.
- Evet, evet, güzelim, felaket, zor şey. Ağla, ağla, Ayşet, acını biraz atar, rahatlarsın… Yağmacı ve katillerin yapmayacağı kötülük yoktur, doğru değil mi, Fahri?.. Anne ve babanın talihsizliğini unutman için seni Fransa’ya götürüyor değilim, onları unutma, kalbinde yaşat. Kötü bir eve düşmeni önlemek için seni aldığım için sevinçliyim. - Charles de Ferriole ustaca bir taktik değişikliği yaptı: - Annenin adı da çok güzel, niye güzel olduğunu söyleyeyim. Biz Fransızlarda da annenin adına benzeyen güzel bir ad var, Jeanette (Janet) diye. Değil mi Fahri? – dediyse de, niçin sorduğu üzerinde durmadan Charles de Ferriole, farklı bir bahaneyle konuşmasını değiştirdi. – Artık, akşam yemeğimizi yiyeceğimiz yere yakınlaştık. Haşmetmeap kralımız ile ara sıra buluşup dinlenmek için mola verdiğimiz Melun’a kısa bir süre sonra varacağız, orada yemek yer, geceyi geçiririz. Sonrası – “Paris, Paris, oy, Paris!..”
- Acele etme, Aissé, - kapı açılmadan önce inme, - dedi Charles de Ferriole,- bizi karşılayanlar sana ellerini uzattıklarında sen de uzat ve seni arabadan indirmelerine izin ver. Bizim Fransa’da kadınlara ilişkin geleneğimiz böyle.
Ayşet, kendisine tercüme edilen sözü dinledi, gülümsedi, dün, önceki gün ve daha önceki gün yaptığı gibi ezilip büzülmedi, elini uzatıp bir kont kızı gibi, ince, uzun ve zarif görünüşüyle arabadan indi.
Birkaç günden beri Paris yolundaydılar, Ayşet’in girdiği lokanta-otel, bugün keyifli olması nedeniyle mi, ne, ona öncekilerden farklı geldi. En iyi lokantalarda olduğu gibi, koşuşup gelen garsonlar değişik içecek ve meyvelerle masayı hemen donattılar. “Neyi ister, hangi yemeği seversiniz?” diyen birer garson da, koca yuvarlak masada oturan üç kişinin gerisinde durdu.
- Akşama kral sofrası bekleriz! – dedi Charles de Ferriole, ne istediğini belli ederek, içinden geldiği gibi konuştu. – Üç kişi için yetecek ve artacak kadar yiyecek getirin. Bu tercümanımız Türk, Müslüman, şarap içmez, ona kımız (кумыс) getirin.
- Ben kımız da içmiyorum! – Fahri içmenin önünü kesti, “kral sofrasına” da itiraz etti. – Bana domuz etli yiyecek getirmeyin… Bu küçük kıza da…
- Hele, hele, - dedi Charles de Ferriole küçük kızın adı geçince telaşlandı - Müslümanlığını bu küçük kızdan uzak tut Fahri, benim dinim onun da dini. Garson kırmızı burgonya (bourgogne) şarabı varsa, bana en iyisini getir. Haşmetmeap kralımızın içtiğinden.
- Siz ikiniz neyi paylaşamıyorsunuz? – diye bu ikisi arasında bir anlaşmazlık mı çıkmış diye Fahri’ye sordu Ayşet.
- Birşey yok, şarap içmeyeceğimi söyledim… - diye konuyu değiştirdi Fahri.
- Charles de Ferriole gülümsedi, tercümanına ilişkin eklemede bulundu:
- Fahri beyaz et de (**) yemiyor.
- Ben de yemiyorum!
- Niye, Charlotte-Elizabéth Aissé, - adının Fransızca kısmını bastırarak, “kral sofrası” kurulmakta olan Charles de Ferriole Ayşet’e sordu, - ne yemek istiyorsun?
- Ben mi?.. – Ayşet aklına gelen ilk Adıge yemeğinin adını söyledi: - Şıps-p’ast!
- Nedir o şey? – kulağıyla yakalayamadığı şeyin ne olduğunu Charles de Ferriole bilemedi.
Fahri gülümsedi ve Ayşet’in istediği şeyi konta söyledi:
- Şıps-p’ast Çerkes yemeği. Şıps tavuk etinden, p’aste de mısır unundan yapılır. Çerkesler dana eti, koyun eti, tavuk ve hindi eti, buğday ekmeği, mısır, darı, fasulye, kabak, pancar, lahana, soğan-sarımsaktan değişik yemekler yapıyorlar. Değil mi, Aissé? Sizin Çerkes yiyeceklerinin neye benzediğini ev sahibimize söyledim.
- Evet, öyle! – Ayşet duyduklarına sevindi, siyahımsı gözleriyle konta gülümsedi.
- Çerkes yemeklerini görmüşlüğüm yok, - kont, gülümseyerek kendi kendisini kınadı, - adını söylediğin yiyeceğin nasıl yapıldığını biliyorsan onu hazırlattıracağımız Paris’teki evimize yarın varacağız. Şimdi bize getirilen yemeği ikimiz birlikte yiyelim. Charlotte-Elizabéth Aissé, yemek duamızı getirelim.
- Fahri?.. – kontun söylediklerinde olmayacak birşeyin bulunduğunu sezen, ama niye öyle olduğunu anlayamayan, Ayşet ayağa kalktı.
- O kendi Tanrısına, biz de kendi Tanrımıza yalvaracağız, - diyerek bir şey olmamış gibi Charles de Ferriole kaş/istavroz çıkarmaya başlayınca Ayşet söze karıştı:
- Fahri’nin Tanrıya yalvaracağı gibi ben de yalvarayım, ondan sonra senin Tanrın için de kaş çıkarayım.
- O sadece benim Tanrım değil, Charlotte-Eizabéth Aissé - Charles de Ferriole hoşuna gitmemiş olan şeyi, sesini yumuşatarak Ayşet’e yeniden söyledi, - o senin de Tanrın. Saint-Jean Katedrali’nde kabul ettiğin dine inanıncaya kadar öyle de yapabilirsin. Tanrı işinde zorlama olmaz, içten, candan benimsediğin dindir Tanrı.
Ayşet Tanrı konusunda Charles de Ferriole’un söylediklerini dinledikten sonra, babasının söylemekte olduğu şeyleri ansızın anımsayarak, sordu:
- Atlara, sürücülere yiyecek söylediniz mi?
- Onlara da yediriyoruz, - diyerek kont, “görüyor musun bunun uzandığı yeri… o şeylerden önce benim yaptığımı benimle birlikte yapsaydın daha iyi olurdu…” dedi içinden.
- Bütün gün yorulanlar, biz değiliz, onlar, - isteyip istemediği belli olmayacak biçimde Ayşet istavroz çıkardı, ardından “bismillah” diyerek yemeğini yemeye başladı.
- Amin! - Charles de Ferriole, istekle Ayşet’in demediğini kendisi için söyledi.
Türk Müslüman Fahri ise, Ayşet’in dua ediş biçimini, kontun “amin” deyişini çirkin bularak, kendisi “bismillah” dedi ve elini önce ekmeğe uzattı.
İki Müslümanın “kral sofrasını” istememiş olmasını unutan Charles de Ferriole yemeklerden bir iki lokma alıyor, tabakların değiştirilmelerini istiyordu, şaraptan bir iki yudum alıyor, şişede kalanı yan gözle izliyor, kalın dudaklarını siliyordu. En kırmızı elmaları ve olgun şeftalileri ise Ayşet’in tabağına koyuyor, başka şey isteyip istemediğini soruyordu.
Yemeğini erkenden bitiren Fahri yere çakılmış kazık gibi sofrada sessiz oturuyordu. Güler yüzü ve neşeli haliyle sofrada oturan tek kişi Kont Charles de Ferriole idi. “Bu iki Müslüman yerine karşımda şu iki kadının oturuyor olmasını yeğlerdim. Burası Fransız ülkesi!..Bu dik kafalı küçüğün bize karşı tutumu ne zaman sona erecek, üç dört yıl içinde gelişip çok güzel bir kız olacak…”
- Sofrada sana eşlik eden biri olmazsa başına gelecek olanı budur…- diyordu Charles de Ferriole kadehini kendi kendine kaldırırken. – Haydi garson, burgonya şarabı getir.
- Fazla içiyorsun kont, - dedi Charlotte-Elizabéth Aissé “burgonya” sözünü duyunca, karşı çıktı.
- Öyle mi? Öyle diyorsan, Charlotte-Elzabéth Aissé, içmem. – Biraz ara verip önündeki yarı dolu kadehi önünden itti: - Sıkılmışın gibi geliyor bana Aissé. Fahri, Charlotte-Elizabeth Aissé’nin yatması için gerekli hazırlıkları yaptırıp gel. İkimiz biraz daha otururuz.
Küçük kız masadan ayrılacağı için sevindi, başını hafif eğip selam verdi, Fransızca:
- Merci, - dedi.
Ayşet’in ilk kez Fransızca merci demiş olması Charles de Ferriole’u sevindirdi ve ayağa kalkmasına da neden oldu, başı ile kızın selamını alıp karşılık verdi:
- Sana da merci (teşekkürler), Charlotte-Elizabeth Aissé. İyi geceler. –Fahri ile Ayşet uzaklaşınca, kont daha fazla sabredemedi, keyifli bir sesle garsonu çağırdı, sofrayı yenile, şu iki bayanı da soframıza getir, - dedi…
(*) - Zivshan (зиусхьан) - haşmetmeap, kral, prens, bey anlamında soyluluk statüsü ifade eden bir söz. Çerkeslerde beyin (pşı) adı söylenmez, üstünlük ifade etmek üzere “zivshan” denirdi. Beyin adını aynı statüde ya da daha üst statüde biri söyleyebilirdi. Zivshan (Han Zeus, Büyük Zeus) Tanrı Zeus ile ilgili de olabilir. Aslında çok eski Çerkes beyleri, prensleri (pşı) kendilerini ‘Güneş soylu’ olarak görüyorlardı. -hcy
(**) - Beyaz et - domuz eti.
(Devamı gelecek)
 
  Bugün 115 ziyaretçi (138 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol