adigehaber
  Ayşet - 3
 
AYŞET - 3 (Tarihi Roman; s. 16-22)
 
 
                                                                   İshak Maşbaş                                           III
Charles de Ferriole, yasadışı yerden (haram/ kadın evi) kendisine getirilen Adıge kızının, karşısında nasıl titrediğini unutamamış, görüntüsü hâlâ gözlerinin önünden gitmemişti. Genç kadının tadını görmek için üzerine nasıl abandığını, onun da kendi iffetini korumak için nasıl yalvardığını bir türlü aklından çıkaramamıştı. Senin için saydığım parayla senin gibi birkaç kız daha alırdım, tatlı yanını, yumuşacık vücudunu neden benden uzak tutuyorsun diyerek onu nasıl yatağa attığını, ardından kızın bayılıp kaldığını ve zar zor ayılttığını anımsadıkça kendi kendisini suçluyordu. Kadın satılan evin baş kadınına ödediği bedel karşılığında kızı kurtarmış olmasıyla da teselli buluyordu.
Koca gözlü Türk kadınından kendisini o gibi durumlardan uzak tutması için ricada bulunmuş olduğunu Fahri'nin doğrulamış olmasından da memnun kalmıştı: "O kadar çok para alırsan elbette sağır ve dilsiz olursun". Ah yandığım, o yuvarlak kalçalı ve iri gözlü kadını kaçırmamalıydım...Bana zevk tattıracak olanı bırakıp Çerkes kızının ham tadına kapıldım, bana müstahak! Hayır, hayır, bu nedenle Çerkes kızlarını iteleyecek değilim, onlarda anlatılamayacak çekici bir yan var. O ürkmüş genç kızın kalın dudaklarının ateşliliği ile yuvarlak göğüslerinin sıcaklığı şimdiye değin hafızamdan gitmiyor... Çerkes kızlarının tadını almadan duramam, niçin durayım ki... Küçük kıza kapılmadan o getirilen beyaz yüzlü, ince uzun sırtlı kadını seçmeliydim, asıl zevk o gibi kadınlarda, adamın içini eritirler... "
Charles de Ferriole kadın konusunda yakınıyordu ama kadınsız geçirdiği bir İstanbul gecesi de yoktu. Sınırsız aşk zevklerinden yorgun düştüğünde, ara verip dinleniyordu. Ama, dediği gibi, yeteneğini göstermek için hiçbir resmi toplantıya katılmayı da kaçırmıyordu. Ayrıca Charles de Ferriole’un ilginç bir yanı vardı: En yoğun ve en acil iş içinde olsa bile kadın konusunu ihmal etmiyordu. Şimdi de hiç giremediği haremlere girmekten kaçınmıyordu.
Birkaç gün sonra tamamlanacak olan barış antlaşması için yapılan toplantıda akıcı Fransızcası ile konuşmakta olmasına karşın toplantının sona ereceği saati sabırsızca bekliyordu. O Adıge kadını bir yana, ardından getirilen kadınlardan memnun kaldığını unutmuyordu: “Bizim Fransız kadınları yatakta becerikliler, yamanlar diyoruz, ama Çerkes kızları ile boy ölçüşemezler. Haşmeatmeap kralımızın yatağına bir Çerkes kadınını atabilmiş olsaydım, bu hizmetimi asla karşılıksız bırakmazdı…Orleanslı çapkın dük de beceriksiz biri değil, vermesen bile elinden kapar…”
Başında kırmızı fesi ile Charles de Ferriole Cuma günleri Boğaz kıyısında dinlenmeyi seviyordu.
Tatlı Boğaz serinliğini soluyarak Charles de Ferriole ile tercümanı Fahri bir sahil bahçesinde oturuyorlardı. Fransız elçinin önünde kırmızı burbon şarabı duruyordu. Rengi şarabın renginden aşağı olmayan kırmızı sıcak çay bardağından Fahri, dikkatle, yavaş yavaş çayını yudumluyordu. Fahri’nin şarapta gözü yoktu, var mı, yok mu umurunda değildi. Kont kırmızı fesli garson çocuğa şarap getirmesini söyleyip kadehini doldurturken, işte o zaman masada şarap bulunduğunun farkına varıyordu.
- Yahu bu şiş göbekli çay bardağını bırak da, birlikte birer şarap kadehini kaldıralım, - dedi Fahri’ye Kont Charles de Ferriole.
- Olmaz, olmaz, - diyerek iki eli ile kendisini koruyarak geriye çekildi ve “o şey çok günah” dedi. Allahın yasakladığı içkinin bulunduğu sofrada oturduğum için, kimsenin umurunda olmasa bile Allahın beni bağışlamasını diliyorum.
- Seni gidi Mariya Şıyıh (-Bakire Meyem), - diye Charles de Ferriole yüksek sesle konuşmaya başlayınca, Fahri başını başka tarafa çevirdi, - Müslümanlar niçin yoksul kişiler, yaşatacak şeyi görmüyor, öldürecek şeye ise bayılıyorlar. Kusura bakma Fahri, - şarapla coşmuş kontun dili çözülmüştü, - bu dünya için geçici bir sınav dünyası diyor, kendinizi bu gibi dünyadaki zevklerden yoksun tutuyorsunuz. Haçlı diyorsunuz bize, ama biz Tanrının bağışladığı tek bir yaşamdan almamız gerekeni alıyoruz. Tanrı öldürme, hırsızlık, ne bileyim, daha başka olmayacak günahları işleme diyor, kapıyı kapatıyor, mutluluk verecek şeylerin kapılarını ise bize açıyor. Sadece siz Türkler değil, öbür Müslümanlar da kadınlarını eve hapsediyorlar, yüzlerini, bedenlerini ayak uçlarına değin başkalarının göremeyeceği biçimde örtüyorlar. Hilebazsınız siz. Peki güzel kadınları haremlerde satışa çıkarmanız, satmanız günah olmuyor mu? Bak bu çay bahçesinde tek bir kadın garson bile yok. Yediğimiz, içtiğimiz şeyleri bize getiren güzel bir kadın olsa daha iyi olmaz mıydı?..
Fransız elçinin sözlerini umursamayan Fahri’nin başka bir derdi vardı: “Ne dersen de, bizi kötüle, İslam dinini de tozutup dur, ama bana vereceğini söylediğin para konusunu unutma. Anımsatsam mı? Öyle ama bu keyifli durumunda ondan söz açmak doğru olur mu?.. Yarın, yarın. Kont beni kandırmış olabilir mi?.. Bunu yaparsa İstanbul’u ona dar ederim…”
Fahri, geçtiğimiz gün, Charles de Ferriole’a yönelik yersiz kuşkular duymuştu, bugünse barış antlaşmasının sona erdiği gündü, kuşkuları yersiz çıkmıştı. Kont bütün bir ay boyunca ödediği paranın iki mislini vererek onu memnun etmek istemişti.
- Memnun oldun mu eski dostum? – Soğukluk içermeyen bir sesle sordu.
- Memnun olmaz mıyım hiç! Bu fazladan verdiğin parayı vermeseydin bile memnun olurdum, - dedi ve “daha fazlasını vermiş olsaydın yoksul düşmüş olmazdın, dişi köpekler için harcadığın paranın yanında lafı bile olmazdı” diye iç geçirdi.
- Helâl, helâl, hakettin bu parayı. Daha fazlasını gereksiz yerlere harcadığımız da çıkıyor. Kralımızın bana yüklediği görevi başarıyla tamamladığım için sevinçliyim. Hizmetim devlet hazinesi değerinde. Burada üç gün gibi kalıp, - içinden gelerek gülümsedi Charles de Ferriole, - evime, Fransa’ya döneceğim. “Paris, Paris, tatlı Paris!..” seni özlemiş olsam da, gönlümün bir parçasını İstanbul’da, İstanbul Boğazı’nda bırakmış olarak geliyorum. Haydi, eski dostum, gidelim, Paris’te beni bekleyenlere elim boş dönemem, büyük-küçük olsun, hediye beklerler, neden böyle olduğunu anlayamıyorum. Pısırık kardeşimin adı Marie-Angélique olan bir karısı var, hediye götürmezsem beni eve bile sokmaz. Kız kardeşi Claudine-Alexandrine dersen, o da öyle…bilmiyorum onları nasıl memnun etsem…
- Güzel kadın mı? – ne dediğinin farkında olmadan Fahri’nin ağzından döküldü.
- Güzelden de öte…Yeni yetme bir genç kızı memnun etmek kolay olmaz. Merak ediyorsan yaşını da söyleyeyim: On altı yaşını geride bıraktı. Bir ara Paris’e gelecek olursan seni onunla tanıştırırım.
- Paris’te ne yaparım, işim aşım yok dedikleri gibi.
- Bilemezsin, bilmediğin konuda konuşma.
- O da doğru.
Öğle sonrası esir pazarının yanından geçerlerken, Kont Charles de Ferriole, bir şeyi unutmuş gibi durdu:
- Şu pazara birlikte bir bakalım.
- Pis kokulu bu yerde ne işimiz var? Geçen gün gezmiştik ya…
- O, o gündü, şimdi başka bir gündeyiz, - diyerek Charles de Ferriole arkadaşına bakmadan pazara doğru yürüdü, esir kadınların satıldığı yere doğru gitti.
Müşteri bekleyerek yerde oturan bir kadın grubunun önünden geçerken dokuz yaşlarındaki bir kız çocuğu duraklamasına neden oldu.
Charles de Ferriole’un gözüne ilk çarpan şey küçük kızın güzel uzun boynu oldu. Bacaklarının uzunluğu da dikkatini çekti. Benimle ilgili ne gibi bir niyeti olabilir diyormuş gibi, ince kaşları ve uzun kirpikleri arasından umutsuz ve üzgün bir bakış yansıyordu. İnce uzun kafası yuvarlak omuzları ile uyum içindeydi. Görünüşü, bakışları, oturuşu ve bedeni ile diğerlerinden farklıydı.
- Kaldır bunu, göreyim, - dedi Charles de Ferriole küçük kıza karşı içinde doğmuş olan merakla satıcıya seslendi: - Kaça satıyorsun bunu?
- Bunun fiyatı diğerlerinden yüksek, - diyerek tütünü konmamış lülesini çekmekte olan siyah kaşlı adam, alıcıyı fazla önemsemeden konuştu.
- Ben bunu soruyorum, diğerlerini değil.
- Sana söylenene yanıt ver, - dedi Fahri Türkçe olarak aksi Türk yaşlıya, arkadaşına iyilik yapmak isterken, satıcının kızın fiyatı yükseltmesine yol açtı. – Sen bilmiyorsun, bu konuştuğun kişi Fransa’dan gelme, kendi padişahlarının elçisi, uzatma, yanıtını ver.
- Ben niye uzatayım ki? – Türk lülesine tütün doldururken konuştu. – Ben konuşacağım birini aramıyorum, malımı satın alacaksa söylesin. Bunun için yüksek fiyat isteme nedenimi söyleyeyim, - dedi ihtiyar Türk, yumuşamış sesiyle, saygılı bir biçimde. – Bu kız Türk kızı değil, Rum kızı, Arnavut kızı, Sırp kızı ya da Rus kızı da değil. Görüyorsunuz Çerkes kızı, bey (pşı) soyundan gelme. Getirilmesi uğruna çok kişi can verdi, çok zahmet çektiler. Alacaksa bin beş yüz lira versin, tek kuruş indirim yapmam. Acelem olmasa bu kızı iki bin liraya da satabilirdim, - diye eklemede bulundu.
Charles de Ferriole parayı çıkarınca esirlerden siyah koca göğüslü bir kadın Fransızca laf attı:
- Bu göğüssüz ince bacaklı kıza Fransa’dan gelip ne diye tutuldun ki, beni satın alsaydın daha iyi ederdin, ben de rahatlamış olurdum, seni de memnun ederdim.
- Türkiye’ye ikinci gelişime kadar beklersen olur, - diyerek Charles de Ferriole bir espri yaptı, - Tanrı yardımcın olsun.
- O zamana kadar yaşlı biri olmayacaksan, seni beklerim. – kadın hazır cevap çıktı.
Hâlâ adını bilmediği kızı esir pistinden indirmek için elini uzattığında, kızın kendi eline sertçe vurduğunu gördü, bu durum Charles de Ferriole’u kızdırmıştı, ama işi şakaya bağladı:
- Küçük kız, elini çok erkenden bana uzatıyorsun… Gelecekte ne yaparsın, işte onu bilemiyorum…
(Devamı var)
 
  Bugün 110 ziyaretçi (131 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol