adigehaber
  Ayşet -16
 
Ayşet - 16
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s. 111-120)
IV
Bir ara gemiden atılmasına ramak kalmış olan Orhan, artık boy atmış, gösterişli ve saygılı bir delikanlı olmuştu. Bakışları ve yerinde konuşmaları ile, daha on yedi yaşında olmasına karşın, yaşıtları içinde fark yaratıyor, daha yaşlıları ile de uyum sağlıyordu. Gösterilen yerde duruyor, görevini gereğince yerine getiriyor, var gücüyle de işinin peşine düşüyordu. Başarılı olursa seviniyor, olmazsa yeriniyordu. Niçin başarılı olamadığını düşünüyor, başarılı olmanın yollarını arıyordu.
İnatçı biri miydi ya da başladığı işe ciddi biçimde eğilen biri miydi? Bunlar ve daha başkaları, çocukluğundan beri, Orhan'ı, kısa yaşam süresi içinde, deneyimli birine dönüştürmüştü. Sıkıntı insanı yer bitirir, zor şeylerse kişiyi bilinçlendirir, güçlü kılar dedikleri şeyde bir gerçeklik payı olmalı. Bu özlü, bilgece söz, Orhan için söylenmişti sanki, dert insanı bitirir sözünden çok, zor şeyler insanı biler, güçlü kılar sözü daha yerinde olmalıydı. Daha yedi yaşındayken başına gelen onca zorluğun nedenini anlayamadan Orhan, beş yıllık tutsaklık/ kölelik döneminde bilinçlenmiş, dayanıklılığı artmış, özgür olmanın ne demek olduğunu kavramıştı. Korsika Adası’ndan kurtulmak üzere Süleyman’ın gemisine gizlice binmesi de o nedenleydi. Yakalandığında da, kendisine sert davrananlara "Türküm, Türkiye'ye dönüyorum" demesi de o yüzdendi.
“Gündüz ötmeyle göz çıkarması aynıdır” (Nefe onre ne yćınre zefede) sözünün ne anlama geldiğini Orhan gibi bir oğlan çocuğu bilebilir miydi? Orhan öyle bir deyim bulunduğundan bile habersizdi, ama gemi sahibi Süleyman’a söylediği safça ifadenin temeli de öyle bir düşünceye dayanıyor olabilirdi. Orhan, Fahri’ye çocukluk günlerini yeniden yaşatmış olmalı ki, o gün Orhan’a sahip çıkmış, kendi geçmişini, yaptığı kötü işleri bir yana atarak, çocuğu Kıbrıs Adası’na götürüp ana babasına teslim etmişti.
Aradan dört yıl geçtikten sonra Orhan bugün geri gelerek Fahri’yi sevindirmişti.
- Orhan, kardeşim, sen misin?! – Diye sevinç içinde bahçe kapısında bekleyen uzun boylu delikanlıyı karşıladı. - Günün birinde dönmeni bekliyordum. Ama şimdi değil, daha ileride, olgun biri olduğunda diyordum.
- Daha fazla kendimi engelleyemedim, - söylediğinden ve yaptığından emin olarak konuştu Orhan. – Beni babamlara götürdüğünde söylemiştin, bana söylediğin o iş için, ciddiysen yanındayım. Bana güvenirsen, senin sözün benim sözüm, yaptığın iş benim işim.
- Sözümden caymış değilim. Beni dinleyecek olursan, o işi sana da yaptırmam. Haydi eve gidelim, annen ve baban sağ ve iyi midirler?
- Sağ ve iyidirler, sana selam yolladılar.
- Ve Aleyküm selam, sağolsunlar.
- Gece gündüz senin için Tanrı’ya dua ediyor, bana yaptığın iyiliği unutmuyorlar. Ben de unutmuyorum, yanına geleceğimi bilmeselerdi beni bırakmazlardı.
- Söylediğine göre bana güveniyor olmalılar, - Fahri sevindi ve gülümsedi. – O halde iki yanlı bir güven var: Orhan ben de sana güveniyorum.
- Senin bana karşı hiçbir borcun olamayacağını sana söylemiştim, nahıj (ağabey).
Orhan birkaç gün ve gece kalmış olduğu Fahri’nin evinde bir değişiklik olmadığını gördü. Pencere perdeleri dışında her şey, eskiden görmüş olduğu gibi, yerli yerindeydi. Fahri çalışkan, düzenli ve temiz biriydi, evi de tertemizdi. Orhan evde başka biri var mı diye kulak kabarttı, ama hiçbir ses kulağına çarpmadı: “Anlaşıldığı kadarıyla Fahri yalnız yaşıyordu”.
- Bana katılmak istersen Orhan, bu akşam için yapmamız gereken bir iş var. Buna akşam yemeği diyelim. Komşu çay evine gidelim, gelişini kutlayalım, birileri bir şey yapmışsa yeriz ya da kolları sıvar kendi yemeğimizi kendimiz pişiririz.
- İki kişi için değil, bir kişilik yemek diyelim, diğeri ben olayım. Biraz önce, bir saat bile olmadı, limanda yemek yediğim.
- Nereye gittiğini bilerek, kardeşim, yemek yemişsin, doğru yapmamışsın. – Fahri sitem etti, gence ne yapacağını söyledi: - Öyleyse sen ocağı yak, ben de komşu dükkana gideyim.
- Yemeklik alacak param var, babam vermişti.
- Paran varsa, sende kalsın, gerektiğinde kullanırsın. Paranın fazlası olmaz. Akşam yemeğimiz için biraz para harcadım diye yoksul düşecek biri değilim. – Fahri kapıdan tam çıkacakken bir şey unutmuş gibi durakladı ve sordu: - Orhan limanda Süleyman’ın gemisi gözüne çarptı mı?
- Görmedim ama sordum. Kefe’den (Kırım) gelip İskenderiye’ye (Mısır’a) gittiğini, henüz dönmediğini söylediler.
- Öyleyse beni atlatmadılar, duyduğum şey doğruymuş. Odun ve çıra ocağın yanında, ben hemen döneceğim.
Odun ateşi kora dönüştüğünde bekletmeden hemen koyun etini kızarttılar. Sofraya oturup birkaç lokma aldıktan sonra Fahri merak ettiği bir şeyi sormadan edemedi:
- Orhan, sakıncası yoksa Süleyman’ın gemisini niçin sorduğunu söyler misin?
- Senden saklayacak şeyim yok, söyleyeyim. Sen olmasaydın beni gemiden attıracaktı!.. En üzüldüğüm şey Türk olduğum halde bir Türk’ün beni anlayamamış olması.
- Orhan, kardeşim, - Fahri’nin içi sızlamıştı ama çocuğa sevecen bir gözle bakıp gülümsedi, - Parmak ucuna basıp uzanmakla ağacın tepesindeki elmaya erişemezsin. Seni çalan kişi kim?
- Türk.
- Seni Korsika’ya götüren, haçlılara satan kim?
- Onlar da Türk. Beni götüren de Türk gemisi, satan da bir Türk.
- O gibi işleri yapanların seni anlamalarını nasıl bekleyebilirsin? – Genç çocuğun soru soruş biçimine şaşırmış halde Fahri, vereceği yanıtı beklerken çocuk yine bir soru yöneltti.
- Türklerin hepsi aynı olsaydı, Fahri, - Orhan’ın yanakları anlaşılır biçimde sarardı, - sen beni o Türk’ten satın almazdın! – Üzüntüsü depreşmiş ya da unutmak istermiş gibi elindeki ince bıçağı bir iki kez büktü, doğrulttu.
Orhan’ı içine düştüğü sıkıntıdan çekip çıkarmak amacıyla Fahri rastgele konuştu:
- Ama senin için ödediğim para, Türk parası değil, Fransız parasıydı…
Orhan Fahri’nin dediğine karşı söyleyecek söz bulmakta gecikmedi:
- Babam, para için, insanoğlu ondan daha kirli ve daha acımasız bir şey icat etmemiştir, parayla insan satılıyor, alınıyor, demişti. Şaşırdığım şey paranın zengin ya da fakir ayırımı yapmadığı.
- Babanda insanlık ve acıma duygusu var da öyle demiş olmalı. – Fahri çocukluk günlerini, tutsaklığını, korsanların acımasızlığını anımsayarak bir iç çekti ve konuşmasını sürdürdü: - Çok toy olsan bile doğru düşünüyorsun. Yaşamım boyunca yaptığım ve yapmamam gereken şeyleri şimdi anladım, sana da söyleyeyim: Kötülük yapmadan Allah’ın bize indirdiği kutsal Kur’an’da söylendiği gibi yaşamak en doğrusu. Evet, Orhan, evet, kötülük yapmamış ve baskı görmemiş biri değilim. Çerkesçeyi de o yolda öğrendim.
- Ben de Türkçe dışında Fransızca biliyorum!.. Orhan, duyduğu bu söze karşılık verdi.
- Fransızca bilmiş olman güzel bir şey, ama onu kötü işler için kullanma. Ben Memlûk tutsağı iken küçük oğlan çocuklarının Mısır’da bana öğrettikleri Çerkesçeyi Türk köle avcıları yararına kullandım, bana birçok kötü işler yaptırdılar, bana sürekli suç işlettiler… Neyse, bu şeyler şimdi senin için gerekmez, sonra, daha sonra…
- Fahri ile Orhan, anımsadıkları şeyleri birbirlerine anlatıp dururlarken önlerindeki yemekler soğumuştu. Vakit ilerlemiş, yatsı namazı vakti de yaklaşmıştı, abdest almaya başlarken Orhan sordu:
- Öyle diyorsun Fahri, ama o küçük kız çocuğuna Çerkesçen ile yardımcı olmadın mı?
- Oldum, ama yararı olmuş mu bilmiyorum. O iş için aldığım parayla da seni satın aldım. Şimdi o sorduğun soruya nasıl yanıt verebilirim?
- Nasıl açıklamak gerektiğini bilemiyorum… Satıldı-satın alındı demeyeceksen?..
- Söylemesi kolay. Ama dibini eşelersen ne çıkar?.. Süleyman’nın gemisini sormuş olmanda bu eşeleme de olmalı. Onu da sonra konuşuruz Orhan. Şimdi abdest alalım da, üst başımız ve kalbimiz temiz olarak, insanların yalvardığı ama onun kimseye yalvarmadığı Allah’ın huzuruna çıkalım. Günahlarımızı bağışlaması ve bizi kötülüklerden uzak tutması için ona yalvaralım.
Namaz sonrası Fahri ile Orhan kalben de rahatlamış halde iki ayrı odada uykuya çekildiler. Biri ömrünün baharında zulmün pençesine düşmüştü, yaşam yolculuğunun henüz başlarındaydı, diğeri ömrünün yarısını yaşamış, kalan yarısını da bir başına tamamlamak zorunda olduğunu bilerek gününü gün ediyordu. Her ikisi de öç alma duygularıyla yanıp tutuşuyorlardı, ama bunu nasıl ve nerede yapacaklarını henüz konuşmamışlardı.
Orhan Korsika’da çekmiş olduğu sıkıntılardan çok, Süleyman ve tayfası tarafından kendisine yapılan davranışa kafayı takmıştı, Fahri olmasaydı çoktan deniz canlılarına yem olup gitmişti. İnsanın niye bu denli acımasız olabildiğini kendine soruyordu, ama buna nasıl bir yanıt bulabilirdi ki? İnsan acımasız olabiliyordu, ama insanın acıma, iyilik ve sevgi dolu yanları da vardı. Orhan kısacık yaşamı içinde birkaç kez o gibi şeylere tanık olmuştu. “İnsanın iyilik ve yardımseverlik yanları baskın olmasaydı, insanlık acımasız kişilerin elinde yok olup giderdi” diye babasının söylediği sözleri her anımsadığında, Fahri gibi kendisine iyilik yapan kişiler de aklına geliyordu. Peki, iyilik ve kötülük, niçin yaşamın iki ayrı yanını oluşturuyor?..” Orhan bir iki kez Fahri’nin anlattığı küçük kız çocuğu Ayşet konusunda düşünmüştü: “Kızın başına gelen gerçekten ilginç, enteresan: İyilik olsun diye onu satın aldılar, bana yapıldığı gibi onu başka bir ülkeye götürdüler. Ne denli sıkıntı içine düşmüş olsam da, sonunda Fahri gibi iyi bir insanın yardımı sayesinde kurtulup evime döndüm. Ya o küçücük Çerkes kızı?.. Benim gibi dönüş olanağını bulabilecek mi? Hey gidi Allah’ım, o küçük kıza güç ver, özgür olması için onu iyi bir insanla karşılaştır. Bu kişi Fahri de olabilir, sık sık ondan söz etmesi o nedenle de olabilir. Yoksa küçük kızın başına bu gelen şeyde, kendi dediği gibi, Fahri’nin de bir sorumluluğu, bir payı olabilir mi?..”
Fahri’nin bitmez tükenmez düşünceleri de Orhan’ınkilerden farklı sayılmazlardı, ancak yol ayrımlarında birbirlerinden ayrılıyorlar, ama bir yerde kesişip birleşiyorlardı: Eski işbirlikçisi hırsız İsam’ın kendisine – Fahriye yaptığı şey, küçük Adıge kızının başına gelen yıkım, Fransa Büyükelçisi Kont Charles de Ferriole, adaleti arayan Türk genci Orhan, kısaca söylemek gerekirse, daha yaşlı, daha genç demeden her ikisinin de öç alma duyguları, aynı noktada birleşiyordu. Fahri Türkiye’de olsa da, düşünceleri Çerkesya, Mısır ve Fransa’da geziniyor, sonunda, farkına varmadan her şey, dönüp dolaşıp Orhan’ın üzerinde toplanıyordu. Orhan kendisini iyi olmayan geçmişine yöneltiyor, doğru mu diyerek kendi kendine soruyordu: “Ben birini arıyorsam, Orhan da Süleyman ile elleri kıllı kişiyi arıyor. “Dediğin – dediğim, bildiğin – bildiğim” diyerek bana gelen bu çocuğa aynı sözlerle karşılık verirsem, sırrımı olduğu gibi ona açmam gerekmez mi?.. O konuda her ikimiz de sırdaş olacak bir noktaya henüz gelmedik.
Sırası gelmemiş bir iş için acele etmek olmaz. Bu çocuk ileride acıma ve akıl sahibi biri olarak karşımda belirirse, belki yaşlılığımda başımı dayayacağım biri olabilir. Sağlıklı, eli ayağı düzgün olarak yaşamını sürdürecekse, ona kin tohumları aşılamaya kalkışmam, onu o gibi konulara yönlendirmem doğru olur mu? Daha doğumunda insanın karşısına iyi ve kötü nitelikte çok şey çıkar. Bilinç ve acıma duygusu olan Ayşa’nın başına gelen yıkımın acısını, kendi sırrımı katmadan, benimle paylaşması benim için yeter. Süleyman’la işbirlikçisi el kıllı adamın kirli yüzünü, pisliklerini parayla kendilerine yedirdiğimizi bildiği halde, Orhan ne diye o kişilerin peşine düşüyor ki? Süleyman’la o eli kıllı adamın İsam’la işbirliği içinde olduklarından kuşkulanmış olmam başka şey. Birbirimize destekçi olacaksak, benim işimle Ayşa’nın işini, ikisini birlikte götürmemiz gerekir.
- Konuk, nereye gideceksin? – Tahmin ediyor olsa da, Fahri, çay içme sonrasında evden ayrılma hazırlığı içindeki Orhan’a sordu.
- Limana uzanacağım. Süleyman’ın gemisi bu gece gelmiş olabilir.
- Gelmiş olabilir. Ben de onu düşünüyordum, onun için sormak istedim. Süleyman’a ne yapacaksın?
- Soruyor musun, Fahri? – Orhan bu duyduğuna şaşırdı, kararlı bir yanıt verdi. – Bana yapmak isteyip de senin engel olduğun şeyi ben de ona yapacağım. Sadece ona değil, yakamdan tutup beni sürükleyen o eli kıllı adamdan da yaptığının hesabını soracağım. Bu gibi kişileri yaşatmamak gerekir. Ancak canını almadan önce o kıllı adama adını söyletmek istiyorum.
- O kişinin adı ne işine yarayacak?
- Öldürdüğün kişinin, Fahri, adını, soyunu sopunu, hangi milletten olduğunu bilmen gerekir.
- O tür kişilerin hırsız-katil adı dışında, asıl adı, soyu sopu, ulus adı olmaz. Söz ve işbirliği yapacaksak, kardeşim, sana söyleyeceğim sözü dinle: Canı para olan Süleyman ve yanındaki suratsız kişiyle uğraşmayalım. Onlara yapmamız gerekeni yaptık, babanın dediği gibi pis parayla gemide ağızlarını tıkadık. Bu kadarı Allah katında ve bizim katımızda yeterlidir. Biliyorum, farkındayım, Süleyman için olsun, yanındaki için olsun, o yaptıkları şey onlar için önemli bir şey değil, ama bizim verdiğimiz karşılık her şeye değer, bu bize yeter. Yoksa sen işe başka bir gözle mi bakıyorsun?
Orhan bir iç çekti:
- Fahri, senin dediğin gibi olsun.
- Dediğimi anladıysan, iyi. – Fahri bir süre ara verdi, ardından devam etti: Çerkesler arasında şöyle bir atasözü var: “Hakareti yiyen kişi başını da yedirir”(ШъхьакIо зышхырэр шъхьэшхыгъо ефэжьы). Bundan Süleymanların peşini bırakma gibi bir anlam çıkarmıyorum. Onların İsam ile bir ilişiği olmasından kuşkulanıyorum, bize yaptıklarını işte o zaman onlara ödeteceğiz. Süleyman’ın gemisini gözleyen adamlarım var, o konuda benden habersiz tek bir adım atmanı istemiyorum.
- Anladım, benden kuşkulanma. Ama gizlice durumu izlesem olmaz mı?
- Oturma, gidelim.
- Nereye, limana mı gideceğiz? – Orhan şimdi daha keyifli halde ayağa fırladı.
- Hayır, Fransız Büyükelçisi Charles de Ferriole’nin yanına gideceğiz.
- Çerkes kız çocuğu Ayşa’yı satın alan kişinin yanına mı?
- Evet. İlginç biri, seni onunla tanıştıracağım.
- İnsan satın alan biriyle nasıl dost olunur bilemiyorum… - Orhan’ın suratı asıldı.
- Korkma, - Fahri gülümsedi, - Senin sandığın gibi biri değil o.
- Korkmuyorum, - dedi Orhan, hemen yanıt verdi, - şu an Allah’tan başka korktuğum kimse yok. – “Bu Fahri bazen anlaşılmaz oluyor, insan satın alanlara karşı çıkıyor, hakarete uğrayanlara arka çıkıyor, insanı satın alan, insanı köle olarak kullanan kişilerle seni tanıştıracağım diyor” dedi içinden, benimsemese de daha yumuşak bir sesle ev sahibine yanıt verdi: - Öyle diyorsan, o kişi herhalde beni yemez, seninle gelirim.
- İş o noktaya varacak olursa, kardeşim, ben de kılıcımı çekerim, - Orhan yavaş bir sesle Fahri’ye katıldı, biraz daha alçak sesle uyararak sözlerine devam etti: - Dostum, iyi niyetle alışveriş yapmış olan bir ülke elçisiyle tanışmamak için daha başka tanıdıkların mı var? Öyleyse Çerkeslerin eski bir bilge sözüyle seni bir daha tanıştırayım: “Gözün gördüğü şey insan başı değerindedir” (нэм ылъэгъурэр шъхьэм ыуас).
- Gidelim Fahri, seninle gelmeyecek biri değilim, - Orhan sözlerini geri çekti, “Biz Türklerin bilge ve akıl dolu sözcükleri kalmamış gibi, Fahri, ne diye ikide bir Çerkes atasözlerinden söz ediyor ki” diye içinden geçirdikten sonra devam etti, - İyilik yapmanın değişik yolları vardır. Anne ve babamdan ve senden bu konuda çok şey işittim. Gidelim diyorsan, gidelim. Fransızca biliyor olsam da, dilsiz ve sağır kesilirim.
- Bu işte zorlama yok, Orhan. Yanına gideceğimiz kişi bazı Türkçe sözcükleri öğrenmiş, biliyor, bizi dinlerken dikkatli ol.
- Ne diyorsan öyle olsun, Fahri, - Orhan’ın gözlerinden, sabahkinden farklı olarak sıcak bakışlar yükseldi, - Türklere yakınlık gösteriyorsa, kötü biri olmamalı. Dikkatli ol demiş olmana gelince, sizi dinlediğim sürece, dediğim gibi, dilsiz ve sağır olma dışında, kör de olurum.
 
  Bugün 109 ziyaretçi (129 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol