adigehaber
  Ayşet- 13
 
Ayşet - 13
 
İKİNCİ BÖLÜM
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s. 89-98)
I
Yeryüzünde görülen değişimler, kış ve ilkbahar, yaz ve sonbahar ve onların karı, fırtınası, kurağı ve yağışı, soğuğu ve sıcağı, zor gelse de, insan bu şeylere alışıyor. Ama alışılamayan çok şey var yeryüzünde.
Yetimin ve zor durumdakinin durumuna katlanmasını sağlamak kolay değil, bu küçük kız, Ayşet, bir başına zorluklara nasıl katlanabiliyordu? İnsan yaşamı ince bir ip gibidir: Çabuk düğümler, çabuk çözersin. Düğümlendiğinde çözmesi ömür boyu sürebilir de. Zor dersen ipi kesersin. Birbirine eklenmiş noktalar her zaman için halkanın zayıf noktalarıdır. Nazik ve kırılgan olurlar.
Ayşet’e gelince, daha on adım atmış, on yıl gibi mutlu bir süre geçirmişken, o ince yaşam ipi üç kez kopmuştu: Çalındığında, satıldığında ve uzak Fransa’ya götürüldüğünde. İlk ve ikinci düğümler zordu ama kısa sürmüştü. Üçüncüsü ise, ilk ikisinden hızlı gerçekleşmişti, ama düğüm sıkı atılmıştı: Çözmek istedikçe, daha sıkı düğümleniyordu.
“Sakındığın gül elinden düşer, güvendiğin kişi sana diş biler, yükün ayaklarını büker, düşman yolunu gözler, dostsa seni dolanır” dedikleri şey doğruysa eğer, Ayşet şimdi, zorla içine sürüklendiği bu dünyaya nasıl uyum sağlayabilecekti, kim onu koruyacaktı ki? Şanslıydı, içine düştüğü bu yeni dünyayı tanımıyordu, tanımak istese de, bunu anlayacak bir yaşta değildi. Çocuk aklıyla sadece bir yetim ve kimsesiz olduğunun farkındaydı. Yüzme biliyorsan, taşkın sudan, selden yüzüp çıkarsın, bilmiyorsan - dibe çekilir boğulursun.
Evet, ama dünya tümden acımasız değildi. Yeryüzü, masallardaki gibi, ak koç ile kara koçun tokuştuğu bir yerdi. İyilik yanlısı ak koç, kötülük yanlısı kara koça hep üstün geliyordu. Aksi takdirde, kara koç, ak dünyayı boğar, yok ederdi. Ayşet henüz bunların ve daha başka benzerlerinin bilincinde değil. Sadece Ayşet için değil, manastırda onunla birlikte okuyan Fransız kız çocuları da iyi ile kötüyü ve insan topluluklarını ayıracak bilinç düzeyine ulaşmamışlardı. Onların bu yabancı kız çocuğundan farkları, arkalarında ana ve babalarının bulunuyor olmasıydı.
Manastırda dini kurallar dikkate alınıyor, o kurallara uyuluyordu, bu nedenle Paris’teki kontrolsüz, serbest yaşam biçimi değil, geleneksel kurallar uygulanıyordu: Bu öğrenci zengin şu da yoksul kızı, bu daha güzel, bu çirkin, bu kibar, diğeri kaba gibi ayırımlar yapılmıyordu. Giysileri, sofra ve yatakları aynıydı. Aynı saat kaldırılıyor, aynı saat yatırılıyorlardı. Sabah, öğle ve akşam yemeklerini tek bir dakikalık olsun geciktirmiyorlardı. Ders bitiminde, öğle teneffüsünden sonra, her çocuk ilgi duyduğu, sevdiği, seçtiği bir dalda eğitim görüyordu: Okuma, şarkı söyleme, resim çizme, bir müzik enstrümanı çalma, nakış, yabancı dil öğrenme ve iyi konuşma üzerine eğitim alıyorlardı. Pazar dinlencesi ana-babalara ayrılmıştı. O da manastır alanı ile sınırlıydı, çocuklar okulun sınırları dışına çıkarılamıyordu. Pazar günleri değişik gösterilere denk düşürülüyor, veli ve öğrencilerin sıkılmaları önleniyordu.
Her yıl, manastırda büyük bir kutlama günü düzenleniyordu. Kutlama, yeryüzünün en güzel dönemi olan bahar ortasına rastlatılıyordu. Kutlama, kraliçenin gelişi onuruna düzenleniyordu. Nedimeler eşliğinde kraliçeyi gören küçük kız öğrenciler yıl boyunca o günü unutmuyorlardı. Giydikleri elbiseler, taktıkları şapkalar, ayakkabıların biçimleri, kemerleri, hepsini birbirlerine anlatıp dururlardı. Kraliçe ile tanıştırıldıklarında da, kraliçenin söylemiş olduğu sözleri yıl boyunca birbirlerine anlatıp dururlardı.
Geçen yarı yıl içinde, okuma yazma bilen yaşıtı küçük kızlara göre, Ayşet manastırda birçok zorluğun üstesinden gelmeyi başardı: Okuma yazma öğrendi, nakış işinde öne geçti. En ilginç şey de, şiir okuma ve şarkı söyleme yeteneğiydi. Fransızca sözcükleri telaffuz edemiyor, yuvarlıyor değildi, Fransızca sözcükleri ondan dinledikçe, daha çok dinlemek istiyordu insan, çekici bir güzellikte söylüyordu o sözcükleri.
Fransızcanın farklı seslerini ayırma ve aklında tutma konusunda, Charles de Ferriole ve Fahri dışında, iki öğretmeni daha vardı Ayşet’in. Biri Pon de Vel oğlan çocuğu, diğeri Jeanette-Nicole idi. Günlük konuşma dilini okuldaki arkadaşlarından kapıyordu.
Jeanette-Nicole yedi yıllık hizmeti süresince hayli sayıda zeki Fransız kız çocuğunu okutmuş ve mezun etmişti. Bu kızlardan bazıları Paris’in en gözde erkekleri ile evlenmişler ve kraliçenin nedimeleri arasında yerlerini almışlardı, içlerinde yazar ve ressam olanlar da vardı. Ama Adıge küçük kızı Ayşet gibisi ile karşılaşmamıştı: “Söylediğini, bir duyduğunu unutmuyor, elinden düşeni kapıp kaldırıyor, bilmediğini araştırıyor, soruyor, bildiğini anlayacağın bir dille anlatıyor, konuşma, oturma, el sıkma ve el uzatma biçimleri örnek alınacak incelikte. Birisini gördüğünde hemen ayağa kalkıyor olması da çok ilginç. Öğretmen için ayağa kalkmak ve saygı göstermek güzel bir davranıştır, ama öğrenci arkadaşları, yaşça büyük ya da küçük olanlara da ayağa kalkmakta olması anlaşılır şey değil. Niye öyle yapıyor? Kimsesiz ve yabancı biri olduğu, kendini küçük gördüğü için mi yoksa?.. Charlotte-Elizabéth Aissé’yi, bu küçük Çerkes kız çocuğunu Kont Charles de Ferriole’nin esir pazarından satın almış olduğunu manastırda benden başka bilen yok, kontun kimsenin bilmemesi ricasına uyuyorum. Kim bilir, bu kız gibi kaç kişi Fransa’ya uğrayıp ayrılmıştır diyerek işin içinden çıkıyorum…”
Bugün öğrencilerin ve yakınlarının buluşma günüydü, Jeanette-Nicole pencereden baktığında, Ayşet’in kollarını açmış halde bir kadın ve erkeği karşıladığını, onlara sarıldığını gördü. Kadını tanımıştı, Sophie idi. Erkeği tanıyamadı, uzun ve ince yapılıydı. Güzel bir silindir şapkası ve siyah takımı vardı, otuzunda olmalıydı. Karşılıklı birkaç söz söylendikten sonra Aissé ikisine birden yeniden sarıldı. Hemen ardından küçük kız çocuğu her ikisine yeniden sarıldı, sevincinden sıçrayıp durdu. Jeanette-Nicole’nin bulunduğu pencereye doğru baktı, el salladı, ama bununla yetinmedi fırlayıp Jeanette-Nicole’ye doğru koşmaya başladı.
Charlotte-Elizabéth Aissé’nin koşup kendine doğru geliyor olmasından, Jeanette-Nicole kötü bir durum olmadığını anlamıştı, yine bir ürperti duymuştu içinden: Kızı manastırdan çıkaracakları kuşkusuna kapıldı. Manastırı kendi evi imiş gibi belleyen bu küçük kız, manastırdan alınacak diye seviniyor olamaz diye düşünerek hızla kuşkusunu atmıştı. Şimdiye değin gelmemiş olan Kont Charles de Ferriole’yi düşünmeyi bir yana bırakarak penceresini açtı.
- Jeanette-Nicole, sana müjde, - Aissé öğretmenine sayıp döküyordu, - bana iki sevindirici haber getirdiler: Küçük bir kardeşim dünyaya geldi, Arjantal (Arzhantal) adı verildi çocuğa. Claudine-Alexandrine ablam da Monflöri (Montfleury) manastırından çıkarıldı. Bu yanıma gelenler – Sophie, onu tanıyorsun, diğeri – Piskopos Pierre Guérin de Tencin. Claudine-Alexandrine’nin ağabeyi, Marie-Angélique’nin kardeşi.
- Gözün aydın, Charlotte-Elizabéth Aissé, sevindirici haberlerin var. Konuklarını bahçede bekletme, içeri al.
- İçeri buyurmak istiyorum ama aceleleri var, - Ayşet üzgün bir sesle devam etti, - Pon de Vel yine hastalanmış.
Jeanette-Nicole’ün Pazar günü tatili, tatil denirse tabii, nasıl geçtiğini bilmeden öğle saati geride kalmıştı. Öğrencileri görmek için gelen yakınları ayrılmışlardı, yanına gelen tek tük velilerle görüşebilmişti. O süre boyunca, kim ne deyip yaptıysa, kimi ağırlamışlarsa, Ayşetin sevinci gözlerinin önünden gitmiyordu, küçük keskin sesi kulaklarında çınlayıp duruyordu. Manastırda küçük kızla karşılaşmadığı tek bir saati olmuyordu, ama bugünkü gibi merak ettiği, görmek ve konuşmak istediği bir gün çıkmamıştı. Akşama teyzesine gitmeyi düşünüyordu, ama gidemeyecekti. Sıkıntısını gidermek için eline bir kitap aldı – ilgi duymadı. Ayşet’i gördükçe o ince uzun boylu genç gözlerinde canlanıyordu. Tanıdığı biriymiş gibi “Pierre Guérin de Tencin” adı ve soyadı aklından çıkmıyordu: “Bugün bu başıma geleni de nedir?.. Yıllardır hoşlanacağım, seveceğim biriyle karşılaşmadım. Nereden çıkıp geldi bu genç?.. Uzaktan görmüşlüğüm var sadece, andım da var evlenmemeye, bu şey ne diye doğdu içimde? Fraklı ve silindir şapkalı, işlemeli gümüş bastonları ellerinde, faytonları parıldayan çok kişiyle karşılaşmışlığım oldu Paris’te. Bu havalı kişiler kaç para eder ki! Jeanette-Nicole gönlünden Pierre Guérin de Tencin dediğinde, beğenip beğenmediği anlaşılmaz bir biçimde, beyaz yanaklarında güller açmış biçimde gülümsedi, - sesini duyma bir yana, gözlerine bile bakmış değilim. Kahverengi mi, mavi mi, siyah mı?.. – yine kendisiyle dalga geçti. – Ayşet bana el salladığında yanlarına gitmeliydim. Esmer mi, beyaz mı, sarışın mı görürdüm. Eğitimli biri olduğu kuşku götürmez. Yoksa onu piskopos yapmazlardı. Öyle diyorum ama din adamları arasında da baştan çıkmış hayli kişi var. Bu kişi şımarık birine benzemiyor, arabasına hizmetçileri Sophie’yi de alıp geldi. Bir başına gelemez miydi? Çocuğun hasta olmasını bahane edip gitmiş olabilirler mi?.. Bu işte şaşırtıcı bir yan olmamalı, güneş kralımızın Versay’daki büyük evinde, Trianon sarayında yatağına atmadığı tek bir hizmetçi kız bile bırakmadı diyorlar, örnek istersen bir sürü bakan var, patlak gözlü Dubois bir başına yeter, ne yapar onca kişi! Hayır, hayır, birilerine gülümseyip nereye gittiğini bilmeden, okşayarak gönderecek, gece yarısı döndüğünde, gülümseyerek karşılayıp duracak biri miyim ben? Aynı rolü oynayarak, kimseleri umursamadan ben de bu geçici dünyada yaşayabilirim, ama tertemiz, erkek eli değmemiş biri olarak kalsam daha iyi olur…”
Saint-Cloud Manastırı’nın yatma vakti zili çalınca Jeanette-Nicole’ün zarif vücudu sevinçle titreşti. Aynanın karşısına geçtiğinde, kızarmış yanaklarına elledi, kızarmış alnında da elini gezdirdi. Ayşet’le konuşması gerektiğini o an anımsayabilmişti. Ayşet’in yatağını toplayışını, tertemiz hale getirişini, küçücük giysilerini sandalyesine yerleştirişini, gece terliklerini yatağının baş tarafına bırakmasını, dağılmaması için saçını bağlamasını, boş yatağının kenarında Katolik usulü Tanrıya dua edişi Jeanette-Nicole’ün gözünde canlanmış, gülümsemişti: “Aissé gibi küçük bir kızım olsaydı dünya malına değişmezdim. Ne gereği vardı da Kont Charles de Ferriole seni satın aldı? Sana acıdığı için dedi, inanayım mı, ama acıma, merhamet duygusu gelişmiş tanıdığım varlıklı kişi sayısı çok az. Kızı diye üstüne yazdırıp seni manastırda okutsaydı, sorun olmazdı. Elimizdeki belgede seni hayrına okuttuğu yazılı, kraliyet mührü de taşıyor ve bunu doğruluyor. Aissé’nin dört yıllık okuma süresi bugünmüş gibi gelip geçer. Ya sonrası? Onaltı yaşına basacak bu kızcağız sonrasında ne ile karşılaşacak?.. Bu sürenin bitiminde kont, Fransız Büyükelçisi, Fransa’ya döneceğini söyledi, Aissé onun kızı mı, kız kardeşi mi ya da korktuğum gibi, kadını mı olacak?..”
Son sözleri üzerine Jeanette-Nicole’ün beynine kan sıçradı. İnce geceliği ile yatağına oturdu, başı dizleri üzerinde bir süre düşündü, ardından dağılmış saçlarını, küçük Ayşet’in yaptığı gibi, toplayıp bağladı, daha sıcak bir biçimde kendi kendisine söylendi: “Aissé’nin çıktığı Çerkesler ilginç insanlarmış gibi geliyor bana, Doğu, siz Doğu’dan ne anlarsınız” deme dışında Fransa Büyükelçisine, Charles de Ferriole’ye bir şey söyletemedim. Çerkes kadını değil miydi çiçek hastalığı ilacını bulmuş olan kişi? Evet, evet! Ne diye onu şimdiye değin anımsamamışım ki? Aissé bunu biliyor olabilir mi? Nereden bilsin ki bu küçük kız çocuğu, yarın söyler, sevindiririm çocuğu. Çerkeslere ilişkin yazılar varsa aramam ve okumam iyi olur. Aissé’yi manastıra kapatmış Fransız kızı yapmanın peşindeyiz. Onun çıktığı Çerkes toplumunun yaşam biçimini, dünyadaki yerini ve özelliklerini, geleneksel ve göreneksel ilişkilerini, giysilerine değin öğrensek yararı olur, hiç zararı olmaz. Charlotte-Elizabéth Aissé’yi yaklaşan akşam toplantısında Çerkes kıyafetiyle kraliçemize göstersem iyi olur, şiir okutur, şarkı da söyletirdik… “
Bu tür tatlı düşünceler içinde Jeanette-Nicole uykuya daldı, sabah erkenden kalktı. Manastırın güncel işleri ile fazla ilgilenmedi, onları bir yana bıraktı, Adıgelere ilişkin yazılar, giysi ve resimler aramak, bilenlere sormak üzere Paris’e gitti. Galoniphontibus, Luka, İnteriano ve daha başkalarının yazdıklarını kitapçı dükkânlarından buldu. Birini diğerinden ilginç bulmuş halde, Jeanette-Nicole gece boyunca aldığı kitapları okudu, en ilginç bulduğu yerlerin altını çizdi. Adıge giysilerini, en çok da kadın giysilerini anlatan yerleri de işaretledi.
“Bir dikiş ustası bunları okuyacak olursa Aissé’ye Çerkes elbisesi dikebilir” diyerek, böyle bir elbiseyi dikecek terzi aramaya başladı. Ama en acele ettiği konu, Adıge-Çerkeslere ilişkin kitapları Aissé’nin okumasını sağlamak, bazılarını ona nasıl okuyacağı konusuydu.
- Aissé, müjde beklerim, seni sevindireyim, - Küçük kızın geçen gün sevindiği biçimde kendisi de sevinerek kıza söyledi bu sözleri.
- Ne oldu, Charles de Ferriole bana mektup mu gönderdi? – Ayşet öğretmeninin cebine saldırdı, bir şey bulamayınca şaşkın biçimde Jeanette-Nicole’ye baktı.
- Hayır, hayır, şaka yaptım, Aissé. Anımsıyorsan benim sana bir müjde borcum var. İstersen, ödeşelim. Bu kitapların hepsi size, Çerkeslere ilişkin. İşte Çerkelerin ülkesini görenlerin, oraya gidenlerin yazdıkları: “Çerkesler değişik işler yapmaya eli yatkın ve akıllı kişiler”. Bunu diyen kişi üç yüz yıl önce ülkenizde bulunmuş olan Galoniphontibus adında biri. İşte İnteriano’nun sizin için söyledikleri: “Çerkesler eli açık insanlar, dostluğa değer verirler, at ve silah dışında, herşeylerini seve seve verirler. Çerkesler bağımsızlığa, yiğitliğe ve sonsuz özgürlüğe düşkündürler, bu şeylere değer verirler. Onu, nereden ve kimden gelirse gelsin, kim olursa olsun, hiçbir düşmanı durduramaz. En küçük yaştan başlamak üzere bedenlerini güçlendirme, silah kullanma, ata binme ve düşmanı alt etme konusunda eğitim alır, korkaklığı onursuzluk sayarlar”. Askoli de sizi övüyor, bir süre önce ülkenize gitmişti, ne diyor, dinle: “Çerkesler uzun boylu, yakışıklı ve ince bellidirler. Kanları kırmızı, insanca yanları güçlü, gözleri açık kahve rengi ve siyahtır. Gördüğüm kadarıyla kadınları dünyadaki kadınlar içinde en güzel ve en zarif olanlarıdır”. Peki, çiçek hastalığını iyileştiren kadının bir Çerkes olduğunu biliyor muydun, Aissé?
- Hayır, - dedi Ayşet, duydukları küçücük yüreğini kıpırdatmış, yanakları daha da pembeleşmişti.
- Öyleyse Helvetius’un o Çerkes kadını konusunda yazdıklarını okuyayım: “Kızlarının güzelliğini korumak için, canla başla çare arayan ve üzülen bir anneye, dünyada ilk kez çiçek hastalığına çare bulan o Çerkes kadınına çok şey borçluyuz! O kadın nice çocuğu ölüm yolundan döndürdü! Böylece o Çerkes kadını insanlığa büyük bir hizmette bulunmuş oldu!”. Duydun mu, Charlotte-Elizabéth Aissé, sizi görmüş olan gezginlerin sizin için neler söylemiş olduklarını?
- Duydum, Jeanette-Nicole, ama ben, Çerkeslerin öyle olduklarını bilmiyordum, - diyerek Ayşet büyük bir coşku içinde yerinden fırlayıp öğretmeninin boynuna atıldı.
- Ağlama, Aissé. Kimsenin karşısında kendini küçük görme, ilginç bir toplum olan Çerkeslerden biri olduğunu unutma. Üzüldüğüm şey, Aissé, o kitaplarda Çerkes kıyafetine, kadın giysilerine, onların görünümlerine ilişkin çok az bilgi olması.
- Niye öyle konuşuyorsun, Jeanette-Nicole, kendine Çerkes entarisi mi diktirmek istiyorsun? – sinsi ve yapmacık yanı olmayan, annesini kendisine anımsatan bu iç açıcı güzellikteki kadına sordu. – Hangi entariyi giyerse giysin, annem, senin gibi güzel bir kadındı, kendisine yakışırdı…- Ayşet içinde kalmış olan şeyi Jeanette-Nicole’ye söylememişti.
Jeanette-Nicole küçük kıza gülümsedi ve alnından öperek konuştu:
- Yakışacağını bilsem giyerdim. Çerkes entarisi için gerekecek model yok, olsaydı senin için bir entari diktirip kutlama akşamımızda seni kraliçemize takdim ederdim.
- Onu mu demek istiyorsun? – dedi Ayşet pişman olmuş halde, ardından sözünün gerisini getirdi. – Entariyi dikemem ama nasıl dikildiğini sana gösterebilirim.
- Nasıl? – Şaşırması bir yana, çok sevinmiş halde Jeanette-Nicole sordu.
- Resim öğretmenimiz yardım ederse, kâğıt üzerine çizerim.
Entarilik kumaş, göğüs düğmeleri, kol eklentileri örnekleri, kemer ve şapkaya değin ayrıntılar konuşuldu. Jeanette-Nicole asıl merak ettiği ve kaygılandığı şeyi söyledi:
- Bunu başarma umudunu taşıyorum. Kraliçe bu gibi sürprizlere bayılır, seni beğenecektir. Sadece kraliçeyi değil, ana babaları, çocuk yakınlarını da çağıracağız.
- Peki ben kimleri çağıracağım? – Ayşet içinden düşünüp saymaya başladı: Pon de Vel, küçük Arjantel’i iki saatliğine bırakacak kimsesi olduğu için Marie-Angélique. Sophie, gelmezse olmaz, üzülürüm, Claudine ve Laroche. Charles de Ferriole Türkiye’de, haber alamıyoruz. Augustin-Antoine’ye haber verirsek gelir. Peki, kim kalıyor geride?
- Yetmez mi bu saydıkların… - Pierre Guérin de Tencin’in adını söylemeyi unuttuğuna üzüldüğünü belli etmeden Jeanette-Nicole ilave etti.
- Adını asıl söylemem gerekeni unutmuşum! – Ayşet alnına vurdu. – Pierre’yi unutmuşum!
- Onun Paris’te fazla bulunmadığını söylememiş miydin?.. – özür götürürmüş gibi yaparak sordu: Çağırmamı ister misin?
- Gelecekse, çağır… - Jeanette-Nicole içindeki duyguyu gizleyebiliyordu ama tatlı yumuşak sesi onu ele veriyordu.
 
  Bugün 111 ziyaretçi (132 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol