adigehaber
  Ayşet - 14
 
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s. 98-104)
                                      II
İstanbul Boğazı'nın doğu yakasında aniden bir fırtına kopmuş, tüm İstanbul’u sarmıştı. Fırtına, kasırga çatıları uçuruyor, ağaçları deviriyordu, ekmek ve giysi satılan büfe ve barakaları havada uçuruyor, sürüklüyordu. Halk dua ediyor, Tanrıya yalvarıyordu.
Gemi iskelesinde ve ötesinde denizde olup bitenler, görüntü tam bir felaketti: Kayık ve sandallar havada uçuşuyor, sağa sola savruluyor, fırtına gemileri yan yatırıyor, dibe çekiyordu.
Şiddetli rüzgârla birlikte gökten boşanırcasına yağmur yağıyordu. Kıyamet günü gibiydi, kent çaresizdi.
Charles de Ferriole, Fransa Büyükelçisi, pencereden bakmak bir yana odasında adım bile atmaktan korkuyordu. İki yumuşak koltuk ile yüksek bir yuvarlak masanın ardına gizlenmişti. Şarap şişesi açılmamış halde masada duruyordu. Bir iki yudum alabildiği kahvesi ise soğumuştu. Göğsünde beyaz bir önlük bulunduğunu bile unutmuştu. İçinde et ve peynir dilimleri bulunan tabak da önündeydi: "Tam da sultanla görüşeceğim gün dünya başıma yıkıldı. Henüz erken, vakit var, randevum öğle saat ondörtte. O zamana değin ortalık düzelir mi?.. Ülke sorunları herşeyden önde gelir, herhalde sultan randevuyu ertelemez. Doğuyu kestirmek, bizim Batıdaki gibi kolay değil, bu Asyalıların bana karşı takınacakları tavrı da bilemem. Geçen yıl geldiğimdeki duruma göre, Türkiye'de büyük değişiklikler yaşandı. Üçüncü Ahmed sultan oldu. Onunla sadece bir kez karşılaşmıştım, sultan olacağını nereden bilecektim, sıradan birkaç söz edip ayrılmıştık. Ülke temsilcisi olursan sadece bugünü değil, yarını, yarından sonrasını, gelecekteki günleri ve yılları, olası şeyleri öncesinden kestirmek gerekir. Görmüyor musun bu kısa süre içinde Türkiye'de olup biten onca şeyi? Sultan'ın eşi Çerkes olduğu için çevresindeki kişilerin çoğu da Çerkes. Türkiye bir Çerkes ülkesi değil, peki bu kişiler böyle nereden çıkıp gelmiş olabilirler?.. "
Ortalık duruluyor gibi oldu, Charles de Ferriole pencereye gitti, yanılmamıştı: Her türlü deniz dalgasına yol açacak şiddetteki fırtına, yarım saat gibi kısa bir süre içinde yapacağını yapıp gitmişti. Öteye beriye kaçışmış olan insanlar yeniden bir araya gelmeye, dükkanlar ve çay evleri açılmaya başlandı. Seyyar su, çay ve börek satanlar da yeniden ortaya çıkıp işlerinin peşine düştüler. Yağmur suyu taşan faytonlar, yük taşıyan merkepler orada burada yeniden görünmeye başlamışlardı.
Saat on bire gelmek üzereydi. Fransa Büyükelçisinin daha üç saati vardı. Sofraya oturdu, soğumuş kahvesini tazeletti. Sabahleyin okuduğu kâğıt yaprağındaki nota yeniden bir göz attı, şaşırmıştı: "Bu kişilerin hepsi Çerkes. Çerkes Osman Paşa Deniz Kuvvetleri Komutanı, amiral. Çerkes Mehmed Paşa, Çerkes Ahmet Paşa, Çerkes Mahmud Paşa Osmanlı Ordusu üst düzey komutanları, generaller. Çerkes Mehmet Paşa Kudüs emini, yarı padişahı gibi biri. Sultan III. Ahmed’in Kafkasya’daki – Çerkes, Dağıstan ve Şirvan’daki – temsilcileri de Çerkes’ti. Sözün kısası Türkiye’deki üst düzey görevlilerin çoğu Çerkes’ti. Öyleyse bu kişiler ülkeyi ele geçirmiş olabilirler miydi?.. Peki, Kraliçe Sultan bir Çerkes kadını, önde gelen yöneticiler de Çerkes olduklarına göre, pazarlarda Çerkes kız çocuklarının satışına nasıl oluyor da izin verebiliyorlar, haremler neden Çerkes kızlarıyla dolup taşıyor… - Elini şarap şişesine uzattığında Ayşet’in geçen yıl “fazla içiyorsun” dediğini anımsadı ve elini geri çekti. – Biraz içsem bir sorun oluşturmaz, ama şarap kokarak randevuya gitmem de uygun olmaz. Biraz boy atmış haliyle Charlotte-Elizabéth Aissé burada yanımda olsaydı, çok iyi olurdu, bir Çerkes damadı olmam Çerkesleri şaşırtırdı, Fransız işlerini daha kısa yoldan çözmüş olurdum…”
Dışişleri protokolüne uygun olarak Charles de Ferriole’nin faytonu randevu saatinde Türk Sultanının sarayına vardı. Altın suyu ile sırmalanmış koca kapılar açıldı, yine duvar ve tavanları altın-gümüş suyu içirilmiş odalardan geçirilerek, III. Ahmed’in taht odasının kapısına götürüldü. Kapıda gelişini beklemekte olan bir vezir hoş geldiniz diyerek Fransız büyükelçisini karşıladı. Kapı kenarında nöbet tutan iki asker kımıldamadı, yere çakılmışlar gibi duruyorlardı.
Bakınmasına zaman bırakmadan Büyükelçi Charles de Ferriole gıcırtı çıkarmayan iki sessiz kapıdan geçirildi, sultanın her yanı ışıldayan büyük makam odasına alındı. Süslemelerle kaplı duvara gömülü taş fırının önünde duran uzun masanın iki yanında iki yumuşak koltuktan birinde sultan oturuyordu. Sultanın sol yanında, uzak olmayan ama pek de yakın olmayan bir yerde, rütbe ve mevkilerine göre sıralanmış yedi görevli dizilmişti. Dördü asker, üçü sivil giyimliydi. İçlerinden birini tanımıştı – Abdülhazret Paşa’yı, o paşa Türkiye’nin dışişlerini yürüten yetkili kişiydi. – 1699 - Karlofça Barış Antlaşması’nın hazırlanması sırasında tanışmışlardı.
Fransız büyükelçinin Sultan’ın yanına varmasına iki üç adım kalmışken Üçüncü Ahmet hiç acele etmeden ayağa kalktı ve öne doğru bir adım atarak elçiyi karşıladı. Charles de Ferriole de iki adım kala sultanın karşısında durdu, başı ile sultanı selamladı, ardından konuştu:
- Türkiye’nin Büyük Sultanı, Mısır, Suriye, Kudüs ve Balkanların egemeni, güneş aydınlığı Üçüncü Ahmed’i Fransa’nın güneş kralı XIV. Louis adına selamlarım, kralımız bütün iyi dileklerinizin gerçekleşmesini dileyen bu mektubu size sunmamı buyurdu, ömrünüzün uzun olması için Tanrıya yalvarıyor.
- Ben de kendi adıma, büyük ülkemiz adına ve Allahın lütfuna nail olan kişiler adına kralınıza selamlarımızı iletmenizi diliyor, hoş geldiniz diyorum, ülkemizin önde ve bilge kişileri ve diğer görevlileri ile sizi tanıştırmak isterim.
Adı söylenen her bir görevliyi Charles de Ferriole elini sıkmadan başıyla selamlıyordu, ardından Sultan yerine geçmeden önce büyükelçiye oturması için koltuğunu gösterdi ve sordu:
- Fransız ülkesi barış içinde mi, kralı da sağlık ve esenlik içinde midir?
- Türklerin ve bayrağınız altındaki diğer ulusların aydınlık sultanı, haşmetmeap XIV. Louis’nin ülkesi barış içinde, İngilizlerle bazen bazı sorunlarımız oluyor ama, kralımız sağlık ve esenlik içindedir.
- Büyükelçi, ülkenizin barış içinde olmasına sevindim. Allah kralınıza uzun bir ömür bağışlasın. O İngiltere denilen ülkenin niyetini biz de biliyoruz. Dünyayı ele geçirme tutkusu içinde, her yerde boy gösteriyor, her işe karışıyor, ama biz de bir dayanışma içinde olursak, hiçbir başarı elde edemez. İngilizler Cebelitarık Boğazı’nı geçip Akdeniz’e (Ч1ыгурыт хы) çıkmayı gece gündüz düşünüyorlar. Doğru değil mi, Kaptanıderya Çerkes Osman Paşa?
- Peki, Fransa’nın büyükelçisi, İspanyol, Alman, İtalyan ve Greklerle (Rumlar) ilişkileriniz nasıl?
- Tüm Türklerin aydınlık büyük sultanı, onlara da gereken karşılıkları veriyoruz.
- Birbirini anlayarak bir arada yaşamak, birbiriyle didişmekten daha iyi. Yunanlılar ve İtalyanlar, aradan iki yüz elli yıl geçmiş olmasına karşın, Bizans’ı, Konstantinopol’u almış olmamızı unutmuyor, bunu içlerine sindiremiyorlar, - Sultan büyükelçinin sözlerinden memnun kaldığını esmer yanaklarından belli eder biçimde gülümsedi.
- Rusya’da o söylediklerinizle birlikte, - içinde olup da Sultan’ın söylemediği şeyi Fransa büyükelçisi söyleyivermişti.
- Duydunuz mu, yiğit komutanlarım, Fransız Büyükelçisinin ne dediğini? – dedi Sultan amiral ve generallerine, hemen büyükelçiye döndü. – Fransa’nın bize gönderdiği büyükelçinin bizi böyle anlamış olmasına sevindim.
- O şeyden daha uzak ve daha yakın şeylere de değinebilirim, tüm Türklerin güneş misali sultanı, - Charles de Ferriole şimdi kendine güveni artmış olarak, Türk sorunlarının yabancısı olmadığını belli eder biçimde konuşmasını sürdürdü, - Balkanların Hıristiyan dini toplulukları da sizi affetmiyorlar. – Böyle bir sorumluluğu yoktu, ama bunu da bilmelerini istemişti. – Bu konuda bize güvenin, Fransa sizi destekleyecek.
- Sevindim, - Sultan’ın sesi şimdi daha gür çıkmıştı, - Fransa temsilcisinin bizi böyle anlamış olmasına sevindim. Biz de dış ilişkilerinde, Fransa bir güçlükle karşılaşacak olursa elimizden gelen desteği sunmaktan çekinmeyeceğiz. Dayanışma gerektiren zorlu bir dönemdeyiz.
Charles de Ferriole minarelerden yükselen ikindi ezanı sesleri İstanbul’u çınlatırken, sultanı ve kendini memnun etmiş biçimde rezidansına geri dönüyordu. Sokaklarda insan kalmamış gibiydi: Herkes abdest alma, Allahın huzuruna çıkma ve bu emanet dünyadaki görevini yerine getirme telaşı içindeydi. “Saat onyediye yaklaştı, - dedi Charles de Ferriole kendi kendine. – Bana tanınan süreyi aşıp sultanın yanında iki saat mi kalmışım? Bu kadar süre içinde onlara ne anlattım, onlar da bana ne dediler… Hayır, hayır, olmayacak bir şey söylediğimi sanmıyorum. Beni dinlediler, ben de onları dinledim. Beni karşılamalarına göre uğurlamaları çok daha sıcak geçti. Ruslar ve Balkan Hıristiyanlarına ilişkin biraz aşırıya kaçmış olabilirim. Ama biz bizeydik, dışarıdan bizi dinleyen oldu mu ki? Doğru ve yalan sözlerin bir arada yürümediği bir devlet işi olmaz. Yalanla başlandığında iş yalanla bitirilir, işin gerçeği ne ise sonunda ona dönülür, bir elçi için en doğru tutum doğru olanı söylemektir. Ama sana istediğini söyletirler mi… Bak bakalım, sabahki duruma, şimdiki güzelim duruma. Denizde ve İstanbul’da hiçbir şey olmamış gibi güneş de batmak üzere…”
Sabah kahvaltısı sırasında masasında kalmış olan şarap şişesi Charles de Ferriole’nin gözünde canlandı, aynı anda Ayşet’in içme diyen sözünü anımsadı, gülümsedi ve içinden sordu: “Nasılsın Charlotte-Elizabéth Aissé? Sormamışım diye seni unuttuğumu sanma, seni anımsamadığım tek bir saatim ve tek bir günüm yok. İşte bugün Türk sultanının yanında senin ulusundan üst düzey kişilerle karşılaştım. Senden söz etmedim ama senin hatırın için onlarla daha fazla yakın olmak istiyorum. Fidan boylular, yakışıklı ve güzel yüzlüler, zeki bakışları var, erdemli ve sabırlı kişiler oldukları, sadece gözlerinden değil, dış görünüş ve davranışlarından da anlaşılıyor. Şimdi ulusunu, Çerkesleri niçin unutmamış olduğunu daha iyi anlıyorum. Bana gücenme, başına gelen bu felaketin sorumlusu ben değilim. Bugün tanıştırıldığım Kaptanıderya Amiral Çerkes Osman Paşa için de, çocukken Çerkesiye’den çalınıp esir pazarından satın alınmış diyorlar. Şimdi o Türkiye ordularının hepsinin komutanı. Senin de on yıl sonra Fransa’da ne olacağını kimse bilemez. Senin için yaptığımı unutma, beni bekle, seni seviyorum, beni anla. Rica ettiğin şeyi Fahri’ye söyledim, artık sana gücenik değil. İstanbul’daki işlerimi yoluna koyduktan sonra, yaza doğru senin için Paris’e gelmeyi düşünüyorum. Narin yapılı ve güzel yüzlü Jeanette-Nicole ne yapıyor?..”
- Rezidansa dönmeden önce bir Boğaz’a uzanalım, - dedi Charles de Ferriole Türk kırbaççısına, biraz düşündükten sonra ekledi: - Boğaz’ın en yüksekte olan kıyısı neresi?
- O yer, Anadolu Kavağı köyü.
- Uzakta mı, uzaksa daha yakın bir yere git. – En yüksekte dedikleri bir yerde fayton durdu. – Çerkes Ülkesi hangi yönde?
- Kim bilir onu, - ne diyor bu kişi diyerek, dikkatli bir dil kullanarak, sürücü yanıt verdi, - Güneşin doğduğu tarafta değilse bilmiyorum.
- Güneş arkamızdan batıyor, o halde doğu şu yönde, Çerkesler de o tarafta yaşıyor olmalılar. - Charles de Ferriole yüzünü doğuya dönüp Ayşet’in istediği gibi bağırdı: - “Çerkesler, beni duyuyor musunuz?! Sizin ulusunuzdan Aissé benden ricada bulundu, ben de ricasını yerine getiriyorum: Bolet ile Cenet’in kızı hayatta, Fransa’da! – “Çerkesler seni duyuncaya değin yerinde kal, bekle” dedi Charles de Ferriole kendi kendine, ardından arabasına binip kendi kendine yüksek sesle dua etti: Sen Bakire Meryem (Марие шыихъ), duydun beni, Charlotte-Elizabéth Aissé’ye verdiğim sözü yerine getirdim. – Bir süre yol aldıktan sonra kont bir karar daha aldı: “Charlotte-Elizabéth Aissé’nin Çerkeslik yanını burada bitirmek gerekiyor! Çerkesleri unutturmadan, kızın Çerkes tarafını yok etmeden, onu bir Fransız kadını yapmak olanaksız!”.
 
  Bugün 110 ziyaretçi (130 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol