adigehaber
  Ayşet - 9
 
Ayşet – 9 (Tarihi Roman; s. 59-66)
                                        IX   Meşbaşe İshak (İshak Maşbaş)
Zaman insanı yorar, iyileştirir de, yaralar birbirine benzemez. Kılıç yarası kapanır, ama izi kalır. Dil yarası kapanmaz, insan o yarayı yaşamı boyunca taşır, öbür dünyaya birlikte götürür.
Ayşet'in çaresiz durumu, birbirinden kopuk ve çelişik biçimlerde geceleri rüyalarına giriyordu. Zaman ilerledikçe belleğindeki anıları çoğalıyor ya da azalıyor ya da farklı görünümlere bürünüyorlardı. Babası Bolet öldürülmüş, evde, yerde yatıyor, derken kamasını çekmiş soyguncularla çarpışıyor, annesi Cenet ise, cansız, yatağının yanında yerde uzanıyor, ardından peşinden koştuğunu, seslendiğini görüyor, duyuyordu. Aynı yıl ölen babaannesi Çabe, elindeki Kur’an’ı katillere karşı tutuyor, yalvarıyor, dua ediyor, soyguncuları durdurmaya çalışıyor, ama gücü yetmiyor, babaannesini de öldürüyorlar. Ayşet’in kendisi sahile doğru sürükleniyor, adamın elinden kurtulmaya kalkıştığında da, adam kızıyor, Çerkesçe – Türkçe karışık kendisine bağırıyor, azarlıyordu.
Neydi bunlar? Küçük Ayşet’in çocukluğu, rüyalarına giriyor, geçmişi yeniden yaşıyordu. Bilmediği, yabancı bir ailenin içine, uzak bir ülkeye götürülecek, gündüzü ve gecesi orada geçecekti. Gelecekteki günleri neyi gösterecekti: rüzgarlı mı, güneşli mi, iyi mi, kötü mü olacaktı ?
Ayşet süreğenleşen sabah uykusundan uyandığında, öncekilerden farklı olarak, babaannesinin kendisine söylemiş olduğu sözleri yeniden anımsadı ve onunla teselli buldu: “Öyle tabii, katlanamayacağım bir durum yok. Dün hava yağışlıydı, bugünse güneşli. Herşey güzel, yerli yerinde. Kısa bir süre önce Charles de Ferriole, Marie-Angélique ve Augustin-Antoine ile konuşmuş olmalı ki, kontes bana daha iyi davranmaya başladı, Laroche da bana gülümsüyor ve sağlığımı soruyor. Claudine-Alexandrine’yi ise gördüğümüz yok. Marie-Angélique ara sıra onu azarlıyor, terbiye vermeye kalkıştığında da, “saçımı kazıtıp manastıra kapanacağım” diye karşılık veriyor. Niye manastır diyor?.. Benim okuyacağım, yetiştirileceğim manastır da öyle bir yer mi? Saçını kazıtacak bir oğlan çocuğu muyum ben!.. Kont Charles de Ferriole öyle bir şey demedi bana, kral da bunu kabul etmez. Herşey mükemmel, kötü bir şey yok. Çerkesçedeki “ğı” (гъы) sesi gibi Fransızcada da çok sayıda “ğı” sesi var, her geçen gün Fransızcayı daha iyi öğreniyorum. Bana hizmet eden Sophie (Sofi) benden dört yaş büyük ama büyüklenmiyor. Beni Claudine’den daha beğendiği, sevdiği, söylemese de davranışlarından anlaşılıyor. Okumaya gittiğimde ne olacak, onu bilemiyorum… Sabahları yatakta yatarken artık ona çikolata getirtmeyeceğim, bizim kendi ülkemizde öyle bir âdetimiz (khabze) yoktu. Ne diye kendimi ağırlatıp yatakta yemek yiyecek mişim, ayıp şey bu!.. “ – Ayşet hızla yataktan kalktı, Sophie gelmeden yatağını topladı.
Tabak üzerinde bir kâse dolusu çikolata getiren Sophie durumu görünce şaşırıp kaldı:
- Aissé, kalktın mı?
- Uyanmıştım, erken kalkmış oldum, - niçin sorduğunu anlayamamış gibi yaptı. – Niye şaşırdın?
- Kont Ferriole ailesinin geleneğini bozuyorsun da ondan Charlotte-Elizabéth Aissé, - dedi alçak sesle Sophie. - Çikolata yemeden Ferriole’ler kalkmazlar, yataklarını da kendileri toplamazlar.
- Sophie, ne kadar da katısın!
- Katı değilim, işimin gereğini söylüyorum. – Bu arada Sophie gülümseyerek Ayşet’e karşılık verdi: - Bana öğrettiğin tek Çerkesçe sözcükle soruyorum, dediğimi anladın mı?
- Anladım, Sophie, anladım. – Ayşet gülmekten kırılarak Sophie’ye koşup sarıldı, şakalaştı, - Ferriole’ler istedikleri zaman sabah, öğle ve akşam yemek yerler, istedikleri zaman yatar, istedikleri zaman da kalkarlar.
Sabah saat onda kahvaltı zili çaldı. Kapı sesleri duyuldu. Ayşet, Pon de Vel oğlan çocuğunun her zamanki gibi kendisine doğru koşmakta olduğunu duydu, ama herkesten önce sofraya oturduğu gibi yapmadı, biraz gecikmeye karar verdi: Erken davranmayacak, gecikmeyecekti de.
- Hâlâ hazırlanmadın mı? – dedi Pon de Vel.
- Acele etme, - Ayşet ayna başında kemerini düzeltirken çocuğa seslendi, - arkamdan kemerimi düzeltmiş miyim, bir bakıver.
- Düzgün. Gidelim, gecikiyoruz.
- Hemen, Pon, hemen. Claudine’den geç kalmayacağız.
- Claudine çoktan gitti bile, - Pon de Vel kendisini tutamıyordu.
Ferriole’lerin büyük yemek odasında doğuya bakan duvarda dört üst pencere bulunuyordu. Yere uzanmayan beyaz perdeler dışında, üzerinde beyaz örtü serili uzun masanın üstünde güzel tabaklar, önlük ve peçeteler bulunuyordu, bunlar odayı daha da bir aydınlık gösteriyorlardı, yumuşak ağaçtan yapılma sandalyeler, tabureler, üzerinde bir çiçek demeti bulunan bir sehpa, duvara asılı tablolar, tavana asılı küçük cam lambalar, hepsi hepsi tam bir uyum içindeydi.
Yemek odasında servis yapan iki hizmetli erkek, uşak bulunuyordu: Biri yemekleri getiriyor, diğeri onları sofraya yerleştiriyordu. Her ikisi de siyah fraklar giymiş, beyaz eldivenler takmışlardı.
Kahvaltı masasında beş kişi oturuyordu: Masanın başında Charles de Ferriole, sağında Augustin-Antoine ile Marie-Angélique vardı, karşılarındaki iki sandalye ise boştu, masanın sol başında Pierre ile kızkardeşi Claudine-Alexandrine oturuyordu. İki hizmetli, biri masanın baş tarafında, diğeri masanın karşı ucunda, el bezleri kollarında, sofranın yaşlısı olan kontun işaretini bekleyip duruyorlardı.
Ayşet kapıdan görünür görünmez aileyi beklettiği için utanıp olduğu yerde durdu, her zamanki taburesine koşan Pon de Vel ile ilgilenmeden, başını hafifçe eğerek masadakileri selamladı:
- Bonjour, - dedi.
- Sofrada olduğum sürece Charlotte-Elizabéth Aissé, - diyerek, Charles de Ferriole, her zamanki yerine oturmak üzere olan Ayşet’e seslendi ve belirlediği yeni yerini gösterdi, - bu sol yanımda oturacaksın.
“Nedir bu yaptığı?” diyerek Marie-Angélique ayağı ile Augustin-Antoine’nin ayağına vurdu, kızkardeşi Claudine-Alexandrine de gizlice bir göz kırptı.
- Ya ben? – Amcası, Ayşet’i yanına oturtmak isteyince Pon de Vel ayağa fırladı.
- Sen oturduğun yerde oturacaksın, - diye Augustin-Antoine oğluna seslendi.
- Hayır! – Diyerek Pon de Vel taburesini sürükleyip Ayşet’in yanına oturdu.
- Pon! - Marie-Angélique küçük oğlunu nazik bir biçimde uyardı. – Bu yaptığını sana yakıştıramıyorum.
- Bir şey demeyin, - diyerek Charles de Ferriole yemek duası yapıp elini yemeğe uzattığında, sofradakiler de kahvaltıya başladılar.
Çatal-bıçak sesi dışında sofrada pek bir ses duyulmuyordu, ilk tabaklar alınıp yenileri gelinceye değin kimse konuşmadı, ikinci tabaklar getirildiğinde, Claudine-Alexandrine Charles de Ferriole’e sordu:
- Sen burada olmadığında, kont, Aissé’nin yanında kim oturacak?
Pierre Guérin de Tencin duyduğu bu sözden hoşlanmadığını hafifçe öksürerek kız kardeşine belli etti.
- Paris’te olmadığımda, Claudine-Alexandrine, Ayşet, bu yerde kardeşim Augustin-Antoine’nin sol yanında oturacak, - Charles de Ferriole , önemsemiyormuş, tanık tutmak istiyormuş gibi Pierre’e bakıp yanıt verdi. - Charlotte-Elizabéth Aissé, eski yerinden kaldırıp bugün oturttuğum bu yerde oturacak. Seni memnun edebildim mi, Claudine?
- Öyle ama Kont Augustin-Antoine de Paris’te fazla kalmıyor.
- O gibi durumlarda kızkardeşin Kontes Marie-Angélique sofra başına geçecek. Tamam mı Claudine-Alexandrine?
- Biz de sonunda anımsanmışız anlaşılan, - kız kardeşi yerine Marie-Angélique, beklenmedik biçimde sofrada beliren tatsızlığı şakaya bağladı. - Charlotte-Elizabéth Aissé’yi biricik oğlum Pon de Vel gibi seviyorum, o da beni seviyor olmalı.
- Teşekkür ederim, kontes, - Charles de Ferriole gelinine karşılık verdi, - sadece sana güvenerek Charlotte-Elizabéth Aissé’yi , ona göz kulak olacağını umarak, Ferriole’lerin evine getirdim, anlaştığımız üzere, okuması için kral manastırlarından birini seçtik, uzakta değil, Saint-Clou’da. Birgün Charlotte-Elizabéth Aissé ve ben Versailles’den gidip okulu gördük, çok beğendi. Öyle değil mi Charlotte-Elizabéth Aissé?
- Evet, öyle. Bina güzel, bahçesi geniş. Her taraf bu bahçemiz gibi çiçek ve ağaç dolu. En beğendiğim tarafı da sizden uzakta olmayacak olmam.
- O konuda rahat ol, Charlotte-Elizabéth Aissé, senden uzakta olmayacağız, - Marie-Angélique bırakılacak olan paradan ne kadarının kendisi için ayrılacağını hesap ederek Tanrı dışında bir şey bilmeyen bu küçük kızı rahatlatmak istedi, - seni görmeye sık sık geleceğiz, pazar günleri seni eve getireceğiz. Saint-Cloud manastır okulunun güzel ve iyi olması gerekir, yoksa haşmetmeap kralımız başka türlüsünü hoş görmez.
- Ben de orada okuyacağım! – Pon de Vel kendini tutamadı.
- Pon de Vel seni de Charlotte-Elizabéth Aissé’nin yaşına geldiğin zaman orada okutacağız, - Marie-Angélique içinden gelmiyor olsa da oğlunun gönlünü almak istedi.
- Öyle ama… Ben saçımı kazıtmak istemiyorum! – Ayşet üzüldüğü şeyi gizleyemedi, sonra daha yumuşak bir sesle sözlerini tamamladı. – Charles de Ferriole, saçımı kazımamalarını güneş aydınlığı kralımızdan iste.
- Kim söyledi sana saçının kazıtılacağını? - Charles de Ferriole duyduğu bu şeyden memnun olmamıştı, ama belli etmedi, yumuşak bir sesle Ayşet’e sordu.
- Kimse söylemedi… - Ayşet sözünü geri aldı, ama doğru söylemediği için caydı ve eklemede bulundu: - O halde Claudine-Alexandrine ne diye Marie-Angélique’e “saçımı kazıtıp manastıra kapanacağım” dedi?
Claudine-Alexandrine bu söz üzerine elindeki çay bardağını tak diye çay tabağına vurdu. Ayağa fırlayıp sofrayı terk etmek istedi, ablası izin vermedi:
- Claudine, otur. İyi yapmıyorsun.
Ferriole’ler arasında sorun çıktığında yapıldığı gibi hizmetli takımı odadan ayrıldı.
- Kont Ferriole’lerin hatırı için yerimde otururum, - Claudine-Alexandrine ince ve endamlı vücudu ile kendisini sandalyesine bıraktı. - Marie-Angélique, sana kaç kez söyledim, beni Aissé’nin yanında terbiye etmeye kalkışma diye…
- Charlotte-Elizabéth Aissé, - Charles de Ferriole hemen Ayşet’in tam adını söyleyerek Claudine-Alexandrine’nin sözünü düzeltti.
- Evet, - Charlotte-Elizabéth Aissé’nin yanında, - Claudine-Alexandrine konuşmasına eklemede bulundu: - Sana kaç kez Charlotte-Elizabéth Aissé’nin yanında beni azarlama demedim mi, Marie-Angélique? Sen de, Charlotte-Elizabéth Aissé, biz, iki kız kardeş, kendi aramızda yaptığımız konuşmaları dinleme.
- Dinliyor değilim! – Suçsuz yere suçlanmış gibi sertçe karşılık verdi. – Sadece duyduğum için söyledim.
- Siz ikiniz, Marie-Angélique, - dedi, şimdiye değin sessizce çayını yudumlayıp oturan Augustin-Antoine, - hak ettiğiniz cevabı aldınız, ne yaptığınıza, ne dediğinize dikkat etmiyorsunuz.
- Doğru, Augustin, - Charles de Ferriole kardeşine katıldı, Ayşet’e destek çıktı. - Claudine-Alexandrine din manastırlarından söz ediyor, ama sen farklı bir okulda okuyacaksın. O okulda kız ve oğlan çocuklarının saçları kazınmıyor.
- Öyle tabii, kontun seni vereceği manastırda çocukları okutuyor ve yetiştiriyorlar, saçlarını kazıyor değiller, - diye Marie-Angélique kaynını destekledi.
- Dedik, diyeceğiz, sabah kahvaltımızı burada bitiriyoruz. Yediklerimizi Tanrı kabul etsin, arzularımızı gerçekleştirsin, - Charles de Ferriole ayağa kalkınca sofradakiler de ardından ayağa kalktılar.
Sisli ama yağışsız bir sonbahar, bir Paris günüydü.
Dünkü gündüz, akşam ve gece, bugünküne göre, Charles de Ferriole için zorlu geçmişti. Yarınki günün nasıl olacağı kaygısı içinde gece iki üç kez pencere önüne gitti, durdu, ayrıldı. Gökyüzü ilkbahar-yaz geceleri gibi yıldızlarla bezeliydi, ay da yuvarlak, dolunay halini almıştı, tek bir yaprak kımıldamıyordu, yumuşak, tatlı bir hava vardı. Huzursuz olan kişi Charles de Ferriole idi. Gece yarısı olmuştu ama uykusu gelmemişti. Önünde duran üç sorunu çözmesi gerekiyordu: İlki Charlotte-Elizabéth Aissé’nin okul, eğitim işi; ikincisi Türkiye’ye gitme konusu ve telaşı; üçüncüsü Marie-Angélique ile Claudine-Alexandrine arasındaki ilişkiydi. Kendisine karşı olan Fransa Başbakanı Dubois (Dübuva) engeline takılmasa, elçilik işini bir iki ay içinde gerçekleştirebilirdi, o konuda bir iki tanıdığı ile de görüşmüştü. Bir sorun oluştuğunda haşmetmeap krala ricada bulunacaktı, ona güveni tamdı. Ama işe kralı katmasa daha iyi olacaktı, kral kraldı, onu üzmek olmazdı. İki kız kardeşe gelince, zavallı kardeşini düşünüyordu, kız kardeşler umurunda değildi, onları eğitecek değildi. Öyle ama, Aissé konusunda gelinine, onun yardımına güveniyordu. Augustin-Antoine uzak yerde, Dauphine’de değil de, Paris’te olsaydı, küçük kız için o denli kaygılanmayacaktı.
“Charlotte-Elizabéth Aissé işini hallettim sanırım… - Charles de Ferriole yumuşak yorganını üzerinden atıp yataktan çıktı, odada gezinmeye başladı. – Ne diye atılıp onu satın aldım ki? Acıdığım için mi, yoksa niye?.. – Büyük sandığa tutturulmuş ağaç fıçıcıktan, boduçtan sevdiği kırmızı şaraptan doldurdu, bardağı bir nefeste boşalttı. Adımları daha hızlandı, kafasındaki dağınıklığı attı, daha özgür, daha yerinde düşünmeye başladı. Yavaş yavaş kaygıları azalmış, iyi-kötü kuşkuları dağılmış, kendine güveni artmış halde yatağına uzandı. - Charlotte-Elizabéth Aissé, bu küçük Çerkes kızı nedeniyle benimle dalga geçiyor, beni ayıplıyorsunuz ama, benim onun için ne düşündüğümü nereden bileceksiniz! Üç dört yıl içinde onun ne kadar da güzel bir kız olacağını hepiniz göreceksiniz, benim kadınlardan anlamadığımı söylüyorsanız, aptalsınız. Siz kendi karılarınızın aşıkları tarafından dolaştırılmalarını önlerseniz daha iyi yapmış olursunuz. Sizin karılarınızın bana yaşattığı zevkler bana yeter. Evet, evet, ben Charlotte-Elizabéth Aissé’ye göz koyacak değilim, göz koyacağım yeteri kadın İstanbul’da da vardır, ama Paris’e geldiğimde…” - Charles de Ferriole böylesine şeyleri düşünürken uyuya kaldı.
 
  Bugün 1 ziyaretçi (2 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol