adigehaber
  “Çerkes Soykırımı ve Çerkesler” Konulu Bir Söyleşi - I
 

 

 

 

“Çerkes Soykırımı ve Çerkesler” Konulu Bir Söyleşi - I

 

29 Kasım 2014

 

1840'larda Kafkasya ve kuşatılmış Çerkesya. Doğuda da Şamil'in kuşatılmış İmamlık Devleti

 

21 Kasım 2014 Cuma günü akşamı Pelin Batu’nun yönettiği, Sefer Berzeg ve Halit Kakınç’ın katıldığı bir program 20.30 haberlerinin ardından “Bugün Tv”de sunuldu.

 

Programın her iki konuşmacısı Çerkes soykırımı ve sürgünü konusunda bilgilendirmelerde bulunmaya çalıştılar.

 

Sefer Berzeg, ilgi konusu özellikle Vıbıhlar ve Abhazlar olan, Vıbıh konusunda yayınları bulunan, Abhaz, Vıbıh ve Adıge konularına ağırlık veren “Kafkasya Gerçeği” dergisini de çıkarmış olan biri. Benim gibi yaşlı kuşaktan, eski bir tüfek diyelim. 28 yıl avukatlık yaptıktan sonra emekli olmuş, şimdi Ankara’da yaşıyor.

 

Halit Kakınç ise ünlü bir yazar ve akademisyen. Ankara doğumlu (d.1952) ancak İstanbul’da yaşıyor. Ayrıca yurttaşı olduğu Kıbrıs’a da ara sıra gidiyor. “Sultan Galiyev” üzerine akademik bir çalışması, “Struma” ve “Çerkes Aşkı (Adıge Şuleğu/ Адыгэ Ш1улъэгъу)” adlı belgesel romanları var. Şu sıralar yazıları internet sitelerinden veriliyor.

 

Bu kısa tanıtımdan sonra asıl konuya geçebiliriz.

 

1. Çerkes soykırımı ve sürgünü nedir? Bütün Çerkeslere yönelmiş bir uygulama mıdır?

 

Yukarıdaki soruya konuşmacılardan doyurucu bir karşılık verilebildiği kanısında değilim. Berzeg konuyu yaydı, dağıttı, Kakınç ise değinmekle yetindi. Belki değinecekti ama sözü Berzeg tarafından sık sık kesildi.

 

En başta soykırım, toplu ya da kitlesel sürgün denen şeyi iyi ayırmamız gerekiyor. Arada bir de etnik temizlik deyimi var. Söyleşide etnik temizliğe açıkça değinilip değinilmediğini anımsayamıyorum. Etnik temizlik, kitlesel sürgüne oranla, soykırıma daha yakın olan bir kavram, bir uygulama, kitlesel ölümlerin bolca eşlik edebildiği bir insanlık suçu. Her üçü – soykırım, etnik temizlik ve kitlesel sürgün – insanlığa karşı işlenmiş suçlar arasında yer alıyor, her üçü de Çerkeslere karşı işlenmiş durumda. Türkiye de 1990’larda Kürt köylerine yönelik köy yakmaları ve köy boşaltmaları biçiminde kısmî etnik temizlik uygulamış, bu nedenle AİHM’de yargılanmış ve insan hakları ihlâllerinden sorumlu bulunarak tazminata mahkûm edilmiştir.

 

Rusya'ya ise hesap soran olmamıştır.

 

***

 

Çerkesya’daki etnik temizlik, Çerkes topraklarının tamamı için değil, aşağıda değineceğimiz bir bölümü, 1860 yılında henüz işgal edilmemiş olan Çerkes topraklarını ve bu topraklar üzerinde yaşayan Çerkes nüfusunun tamamını kapsayacak boyutta uygulanmış, beraberinde birçok tarihi ve kültürel değer, büyük bir ulus/ Çerkes ulusu ve onun yaşam kaynağı olan ülkesi - etnik temizlik uygulanan kesimi - tamamen yok edilmiş, Çerkesya toprakları üzerinde “Yeni Rusya” (Novorossiya/ Новороссия) anlamında yeni bir ülke inşa edilmiş, Çerkesya adı ise tarihe gömülmek istenmiştir. Diğer Kafkas bölgelerinden ayırdedici olan bu olgu asla gözardı edilmemelidir.

 

Sefer Berzeg’in açıklamalarında bu nokta vurgulanmamış, daha çok, anı anlatılırmış gibi tarihsel olaylara değinilmekle yetinilmiştir. Toparlarsak, Sefer Berzeg’e göre dış sürgün Adıge ve Abaza- Abhazlara, diğer Kuzey Kafkasya halklarına da uygulanmıştır.

 

Konu, kuşkusuz perakende göçler değil, Çerkes soykırımı ve sürgünü idi. Çerkes örneğinde sadece yerli nüfus değil, o nüfusun barındığı ülkeyi, Çerkesya’yı da yok etme gibi öncesinden alınan bir resmî karar, bir tasarlama, köylerin tamamının yakılması gibi bir olay, bir gerçek var. Çift yönlü ve diğerlerinden farklı bir durum söz konusu.

 

Bu gerçeği, Çerkes sorununu, soykırımı, diğer siyasi göçlerle aynı kategoriye sokmak, sorunu görünmez ve savunulamaz hale getirme sonucunu doğurmaz mı? Söz gelişi, Abhaz, Oset ve Balkar ile Adıge aynı kaba konabilir mi?..

 

İşin burasında soralım, Çerkesya dışında ulus adı silinmiş bir başka Kafkasya ulusu ya da ülkesi var mıdır?..

 

***

 

Halit Kakınç da, objektif bir biçimde Ruslar tarafından Çerkeslere uygulanan yok etme politikasının tartışmasız bir soykırım ve dış sürgün olayı olduğunu vurgulamıştır.

 

Ancak her iki konuşmacı olayın boyutunu sergilemede, büyük resmi göstermede yetersiz kalmışlardır kanısındayım. Bunu doğal karşılamak da gerekir, çünkü konu yeni. Konu yeni ele alınmaya başlanmış, konuya ilişkin bir bilgi boşluğu var.

 

Duruma açıklık getirmek için geçmişe, özellikle Adıgeler/ Şapsığlar, vd kıyı toplulukları için dış sürgün (deportasyon) kararının alındığı 1860 yılına gitmekte ve 1860 yılı haritasına bir bakmakta yarar var. Niçin Şapsığlar ve onların kıyı komşuları? Verimli ve stratejik bir bölgede yer alan bu insanlar, olası 1 milyonu aşan nüfusları, uygar ve demokratik toplum yapılarıyla, feodal bağlardan henüz kurtulamamış Rusya’nın geleceği açısından bir tehlike olarak görülüyorlardı. Bu nüfus 30 yıldır bağımsızlığı için direniyor ve Rus’a boyun eğmiyordu.

 

Rus komutanlar, sonunda, acımasız/ yok edici bir savaş, bir soykırım savaşı başlatarak bu demokratik yapıyı kökten yok etme kararını aldılar. Rus İmparatoru da onay verdi.

 

***

 

1860 yılında Çerkesya’nın Karadeniz kıyıları ( Şapsığlar, vd yöreler) dışındaki bölümleri, ayrıca bütün bir Kafkasya toprakları Rusya’ya ilhak edilmiş, Türkler ile İranlılar Kafkasya’dan atılmış durumdaydı. Karadeniz kıyısında, Çerkesya’da, kuzeyde Anapa, Ṡemez (Novorossiysk/ Новороссийск/ Yeni Rusya Kalesi) ve Ĥuĺıĵıy (Hulıjıy/ Gelencik) (1), güneyde de Adler ve Gagra kaleleri Rusların elindeydi.

 

Kuban Irmağı orta sol düzlükleri ya da Bjeduğ yöresi ; Belaya/ Şhaguaşe Irmağı sağı (doğu yakası) ya da K’emguy ve Kabardeyler yöresi Rusların elindeydi, bu iki yöre halkı Rusya yurttaşlığına alınmıştı (Her iki yöre toprakları ve yerli nüfusu bugünkü Adıge Cumhuriyeti'ne temel olmuştur). Bu son ırmağın, Belaya’nın solunda/ batısında yaşayan Abzahlar (абдзахэхэр) ile Karadeniz kıyısında Anapa ve emez yörelerinde yaşayan Natuhaylar da Rusya’ya boyun eğmiş ve  Rusya yurttaşlığına alınmış  durumdaydılar. Her iki topluluğun, Natuhay ve Abzahların   hatırı sayılır bir nüfusu vardı (yaklaşık 1 milyon ya da üzeri bir toplam nüfus). Şapsığları, Natuhay ve Vıbıhları sürerek, ama kalabalık Abzahları yerlerinde bırakarak Çerkes toprağında bir “Novorossiya”  (‘Yeni Rusya’) kurulamazdı. Generaller bunu hesap edememiş olmalıydılar

 

1860 yılında Şapsığ kabilesi ile kıyı komşularının topraklarından çıkarılıp Türkiye’ye gönderilecekleri kesinleşmiş gibiydi, ama Rusya'nın gelecekteki çıkarları açısından bu kadarı yeterli değildi. "Savaş generallere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir" demiş Churchil.  Nitekim soruna başkentin, St. Petersburg'un el atması gecikmeyecekti.

O sıralar sadece Şapsığların nüfusu 600 binin üzerinde olmalıydı, sayıyı   1 milyon olarak tahmin edenler de var. Sayıya Vıbıhlar, Hak’uç ve Cigetler (Sadz) gibi diğer  kıyı toplulukları dahil değildi.

 

1861’de Rus Başkomutan Yevdokimov - şimdilerde Ukrayna örneğinde yaşandığı gibi- durup dururken, - ki St. Petersburg'dan talimat almış olmalı- bir bahane yaratıp Abzahlara saldırdı ve 1859’daki - Abzahları Rusya yurttaşlığına kabul eden- antlaşmayı feshettiğini açıkladı. Onun ifadesine göre, dağların batısından, kıyıboyundan 'Vıbıh ve Ahçıpsı atlıları Abzah yöresine gelmişler, hep birlikte "yağmacılık" yapmışlar, saldırılarda bulunmuşlar, böylece Abzahlar İmparator'a verdikleri bağlılık yeminini bozmuş, Rusya'ya ihanet etmiş olmuşlar'. Peki, asıl gelmesi gereken Şapsığ atlıları niye gelmemişler? Bunda bir bit yeniği olmadığı, bunun bir Rus  tezgâhı olmadığı ne malûm?.. 1999'da da Rus kentlerinde, metro istasyonlarında bombalar patlıyor, sorumluluk "Çeçenlere" yükleniyordu. Çeçenler ezildikten sonra da, "Rus Gizli Servisi'nin işi" denip çıkılmıştı işin içinden.

İddia doğru olsa bile, bir "Arap için Arabistan yakılmaz!" misali bir olay, kuşkulu bir "yağma" olayı yüzünden, bir ulus/ bir kavim suçlanır,  önemli bir antlaşma bozulabilir miydi? "Suçun şahsiliği ilkesine" ne olmuştu? Kuşkusuz bu bir bahaneydi. Sonuç olarak Şapsığlar gibi Abzahların da topraklarından çıkarılacakları, kararın St. Petersburg’dan geldiği  belli olmuştu. Rus üst yönetimi, fırsat buldukça hep öyle yapar, Çeçenlere de öyle yapmışlardı, emperyalist Rus yöneticilerinin iliklerine kadar sinmiştir bu anlayış.

 

Günümüzde de, durup dururken, "Ukrayna'da Rus yanlısı başkan devrildi, Ukrayna AB'ne girecek" diye Kırım’ın işgali ve ilhakı, Doğu Ukrayna’ya müdahale, uydu cumhuriyet ilanları, istikrarsızlaştırma, ekonomik ve sosyal yapıyı tahrip, Abhazya ve Güney Osetya’nın ilhakı için  alt yapı hazırlıkları, vs hep bu emperyal politikanın özü değişmeyen örneklerinden.

Bağımsız bir ülke isterse AB'ye de girer, isterse Avrasya Ekonomik Birliği'ne girer, illâ birilerinden  icazet (izin) alması mı gerekiyor? 

 

Ancak Rus’un bu bilindik  taktikleri bundan sonrası için söker mi? Zor. Hele ortada somut bir Rus tehdidi ve tehlikesi varken, sık sık nükleer silâhtan söz ederken…

Nükleer silâh mı? Pakistan ve Kuzey Kore'de bile var.

***

 

Abzahlar Şapsığlardan sonra sayıca en kalabalık Adıge kabilesiydi. Karadeniz kıyısına koşut uzanan sıradağların doğusunda ya da Çerkesya’nın merkezindeki dağlık arazide, dağ vadilerinde, yamaçlarda ve dağ sırtlarında  yaşıyorlardı.

 

Oralarda dağ taş neredeyse yoksul ama yürekli ve dindar Müslümanlar olan Abzahlarla doluydu. Ancak, 35 yıl önce Abzahlar, Maykop yakınındaki Mıyeko Irmağı vadisinde, Temmuz 1825’te Kabardey beyi (pşı) Albay Bekoviç-Çerkasskiy komutasındaki Khersonski Alayı'na yenilerek ağır darbe almış, verimli topraklarını Ruslara kaptırmış, kaynakları kıt olan dağlara çekilmiş durumdaydılar. O tarihte, 1825'te Ruslar, şimdiki Adıge Cumhuriyeti’nin Tulski beldesi yerinde (Maykop'un  hemen güneyinde)  bir askeri kale de kurmuşlardı (3). Ruslar o kale ve diğer tahkimatları ile Abzahların önünü kesiyorlardı.

O sıralar ve daha sonraları Abzahların da diğer Çerkesler gibi modern silâhları ve cephaneleri yoktu. Hiçbir dış yardım da alamıyorlardı. Şimdiki Kobani'den de beter bir durum yaşanıyordu.

 

Güç koşullar altında yaşayan Abzahlar, bu gibi nedenlerle 1848'de Çeçenya'dan gönderilen  Şeyh Şamil’in naibi Muhammed Emin’i bir kurtarıcı gibi karşılamış, onun radikal dinci politikalarına umutla sarılmışlar, ancak bir süre sonra onun baskıcı uygulamalarından yılmışlardı, sonuçta  diğer Adıgelerden de hayli uzaklaşmışlardı. Bu yüzden Adıge birliği   bozulmuş, araya ikilik girmiş, ulus adına ortak bir karar alınamaz olmuştu. Üstüne üstlük, Ocak 1857’de Şapsığ'a yürüyen Muhammed Emin'in  birlikleri ile Şapsığların lideri Zaneko Karabatır komutasındaki birlikler arasında Tuapse Irmağı vadisinde bir çarpışma olmuş, Muhammed Emin yenilmişti (4). Bu gibi nedenlerle Abzahlara ilişkin bir güvensizlik ve bir  soğukluk da vardı.

 

İmparator’un Kuban Gezisi

 

Bütün bunlar bir yana, 1861’de yeni bir durum doğmuş, Abzahlar da dahil,  Adıgelerin/ Şapsığların ve diğer kıyıboyu topluluklarının Türkiye’ye sürülecekleri kesinlik kazanmıştı. Rus hiçbir biçimde “haydutlar” dediği Çerkeslerin yerlerinde/ topraklarında kalmalarına izin vermeme ilke kararına varmıştı. Olayların gelişimi de bunu doğruluyordu. 'Rus tabuta çoktan çiviyi çakmıştı'. Bunun dışında söylenenler spekülasyondur. Bu gerçeği (ölüm fermanını)  bildikleri/ haber aldıkları için kabileler arası görüşmeler başladı. Eski kırgınlıklar bir yana bırakıldı.

Savaş dışı bir yolla Rus'u kararından vazgeçirmek olanaksızdı. Başka bir çıkış yolu da yoktu.

 

Görüşmeler sonucu üç büyük Çerkes kabilesi, Şapsığ, Abzah ve Vıbıhlar birleşme ve topraklarını terk etmeme kararını aldılar. Bu da topyekûn bir savaşı, ölümü göze almak demekti.  13 Haziran 1861’de (günümüz takvimiyle- “25 Haziran”) Soçi’de Çerkes Ulusal Meclisi (Parlamento) toplandı ve demokratik bir Çerkes yönetimi (devleti) oluşturuldu. Koşullar çok ağırdı:

 

Çerkesler 1856 Paris Antlaşması gereği Karadeniz’in tüm savaş gemilerine ve cephane taşıyan teknelere kapatıldığını, bu nedenle kaçak yolla da olsa deniz yoluyla silâh temin etmenin olanaksız olduğunu biliyorlardı. Karadan da kuşatılmış durumdaydılar. Silâhsızdılar. Karşılarında Osmanlı ve İran imparatorluk ordularını önüne katıp kovalamış olan koca bir Rusya İmparatorluk Ordusu vardı. Yine de, ‘denize düşen yılana sarılır’ misali Çerkesler, güçsüz ve boynu bükük Osmanlı Padişahı'na başvuruyor,   1815 Viyana Kongresi kararları gereği sınırların değişmezliği; yeni devletlerin kurulamayacağı ilkesini savunan sömürgeci Fransa ve İngiltere’den boşuna medet umuyorlardı.

ABD Ordusunun Kızılderililere karşı sürdürdüğü sürek avı benzeri, bir Rus çullanması, sürek avı süreci ufukta görünüyordu.

 

Böylesine bir ortamda, Eylül 1861’de İmparator II. Aleksandr , Çerkeslerden ele geçirilen toprakları görmek, olabilirse Çerkesleri barışçı yollarla (savaşa gerek kalmadan) Türkiye'ye göçe ya da isteyenler olursa, onları Kuban ve Laba ırmakları solunda gösterilecek yerlere yerleşmeye ikna etmek için Kuban Oblastı’na geldi ve bir Çerkes Heyeti’ni kabul etti.

 

Heyet’le görüşme konusunda bir spekülasyon var (5). Spekülasyonlar bir yana, İmparator, terk edecekleri  topraklarına karşılık, Heyet temsilcilerine Kuban Irmağı orta solu ile Laba Irmağı solundaki  (- o zamanlar birçok yeri bataklık ve sıtma yatağı  ölüm tarlaları olan-) düzlüklerde yer ayrıldığını, arazi değiş tokuşunu kabul edenlerin oralara yerleşebileceklerini, kabul etmeyenlerin de Türkiye’ye göç etmeleri gerektiğini, hiç kimsenin hiçbir biçimde köyünde ya da Karadeniz kıyılarında kalmasına izin verilmeyeceğini, terk edilmesi söylenen yerlere Rusların yerleştirileceğini, düşünüp karar vermeleri için bir ay süre tanıdığını kesin bir dille açıkladı. Çerkesler her iki şıkkı - söylenen yerlere yerleşmeyi ya da Türkiye'ye göç etmeyi - kabul etmediler.

Yevdokimov'un yanından ayrılırken, İmparator  "Günah benden gitti" edasıyla, “Bu gürültücü komşuları fazla telâşlandırmadan  hazırlıklarını tamamla”  emrini generalinin kulağına fısıldadı (6).

 

Şu durumda, 1864 yılında soykırım, etnik temizlik ve dış sürgünün yapılacağı (ve de yapıldığı) alan, anlaşılabileceği gibi, Belaya Irmağı ya da Maykop ile Karadeniz arasındaki topraklar ve o topraklarda yaşayan Çerkes nüfusu idi, Belaya Irmağı doğusunda yaşayan Çerkesler değildi. Bu iki farklı alan karıştırılabiliyor. Toparlarsak, Belaya Irmağı ile Laba Irmağı arasındaki dar bir şeritte yaşayan K’emguy ve Kabardeyler ile Orta Kuban solunun yerleşikleri olan Bjeduğlar, 1859 yılından beri Rusya yurttaşı da oldukları için sürgün kapsamı dışındaydılar. Ancak, batıdan, etnik temizlik yapılan topraklarından gelen Çerkeslerin Kuban ve Laba solunda gösterilen yerlere yerleşmelerine izin verildi, bunların sayıları azdı, bu yeni yerleşiklerin çoğu, daha sonra, 1865 - 1890 yılları arasında Türkiye'ye gönderildi. Şimdi bu gibi yerlerde 1 Abzah, 1 Natuhay ve 4 Şapsığ köyü bulunuyor. 1864 yılının 2 milyon üzeri nüfusundan geriye kalanlar bunlardır.

 

Sonuç olarak, yineleyelim, soykırım ve etnik temizliğe konu olan alan Maykop’tan Karadeniz'e uzanan, Karadeniz kıyısında da  kuzeyde Kuban Irmağı ile güneyde Bzıb Irmağı arasında bulunan alandır. 10 Mayıs 1862'de yürürlüğe sokulan Rus resmi etnik temizlik kararı sınırları gösterilen bu alanda uygulandı. Savaş sonunda bu alan Çerkes nüfusundan tamamıyla, son bireyine değin temizlendi, köyler bir bir ateşe verilip yakıldı. Sınırları çizilen bu alan dışında yaşayan Çerkeslere dokunulmadı.

 

Bu arada iki yıl süren soykırım savaşı ve etnik temizlik sürecinde 500 binin üzerinde bir Çerkes sivil nüfus kaybının/ ölümün yaşandığı da gözardı edilmemelidir.

 

2. Diğer göçler

 

Sayın Sefer Berzeg, diğer Kuzey Kafkasya bölgeleri ile Abhazya’dan da 'dış sürgünlerin yapılmış olduğunu' söyledi, Rus generali Musa Kundukov’un öncülüğünde ve Rus hükümetinin maddi katkılarıyla 5 bin Çeçen ailesinin Türkiye’ye getirildiğini söyledi: Karabulak grubundan olan bu Çeçenler Stavropol düzlüklerine (orası da eski Çerkes/ Kabardey toprağı) sürüleceklerdi, Kundukov Rusların izin ve desteğini alarak onları 1865’te Türkiye’ye getirdi, dedi. Ki, az parayla olacak şey değildir. Nesi sürgünmüş bunun?..

 

Biz bu olayı ve benzerlerini, 1864’teki Natuhay, Şapsığ, Abzah, Vıbıh ve Cigetlere yönelik etnik temizlik uygulaması ve dış sürgün (deportasyon) olayı ile bir tutabilir miyiz? Hem sayı daha az ve hem de barışçı/ sivil bir ortamda yapılmış bir göç  söz konusu. Çerkes sürgünü öyle değil, askerin süngüsü ile dayatılmış bir uygulama, seçeneği yok. "Ya öleceksin ya gideceksin ya da Ortodoks Hıristiyan olacaksın". Başka seçenek kalmamış. Çerkes herşeyini, evini barkını, baba mezarını geride bırakıyor, hazırlanması, kıyıya inmesi, at, ev eşyası ve benzeri mallarını haraç mezat elden çıkarması, askerlere satması için ona sadece 1 ay süre tanınıyor. Bir ayda ancak dağdan kıyıya inebilirsin. Ayrıca askerin parası var mıydı ki, senin neyini alsın? Süre dolduğunda ve ufukta bir gemi göründüğünde,  insanlar hınca hınç her gelen gemiye dolduruluyor, herşeyi de yerde kalıyor, kapanın elinde kalıyordu.

Sayın Berzeg ve Kakınç'a okumadılarsa Tihomirov Lev Aleksandroviç'in anılarını internetten okumalarını salık veririm.

 

Oset, Çeçen ve Dağıstanlı Çerkes'inki gibi miydi?  Onlar cebinde para trene biniyor, Ṡemez’e ve diğer limanlara toplu pasaportu ve vizesi elde, kafile başlarının gerisinde götürülüyor, oradan da gemilerle Türkiye’ye gönderiliyordu. Ayrıca, sanırım iyi incelenmemiş bir konu bunlar. Ancak süre daha uzun, isteyen yerinde kalabiliyordu. Malını elden çıkarabildiği, satabildiği gibi, Rus’tan da maddi destek ve para yardımı alabiliyordu. Çünkü Rus onlardan da kurtulmak istiyordu. Kundukov da kuşkulu biri. 

Zaman zaman Bulgaristan’dan Türkiye’ye yapılmış Müslüman göçleri var, onlar da zor göçler. Son göçte (1989) Bulgar diktatörü Todor Jivkov, göç kervanına katılan ailelerin eline 100’er dolar  tutuşturtmuştu.

İstanbul'dan Yunanistan'a sürülen (1964) Rum ailelere de, dönemin başbakanı İsmet İnönü  30'ar dolar verdirmişti. Ne çok da birbirlerine benziyorlar?..

 

Bunlar Rusya’nın ara sıra uyguladığı Müslüman nüfusu azaltma ve kolonizasyon politikalarının örneklerindendir. Bu tür göçlere Rusya'nın hemen her tarafından Müslüman topluluklar katılmıştır. Katılmayanlar belki de Şii Azeriler olabilir. Bunlar soykırım ölçüsünde, bir ulusu toptan yok edici ölçekte olaylardan değildir. Kıyaslanamaz.

 

Çerkes’inki, askerlerin yaptığı büyük bir katliam olayıdır; savaş, etnik temizlik ve sürgün, açlık, soğuk ve salgın hastalıklar yüzünden yaşanan toplu ölümler, bir ulusun yaşam alanının, tarihinin de yok edilmesi, tüm maddi ve manevi varlık kaynaklarının kurutulması biçimlerinde gelişip süren bir soykırım olayıdır. Vadiler ve dere yatakları, uçurumlar  katledilen çoluk çocuk, yaşlı kadın sivil nüfus cesetleriyle dolmuştu. Sayın Berzeg, Çerkes Soykırımı olayını hafife alıyor olamaz... 

 

3. Abhazya’ya ilişkin bilgiler

 

Sefer Berzeg'de bir Abhazya tutkusu mu vardır, bilemem, Abhazya’daki Osmanlı varlığının Sohum- Kale ve çevresiyle sınırlı kaldığını söyledi. Eksik bir söylem.

 

Öncelikle şu nokta belirtilmeli: Abhazya bağımsız bir ülke değildi, feodal bir prenslikti ve bir yerlere bağlıydı. Ama Osmanlı Devleti’ne  doğrudan değil, dolaylı bağlıydı. Abhazlar komşuları Gürcüler gibi Gürcü Ortodok Kilisesi’ne bağlı bir  Hıristiyan  topluluk idiler. Resmi dilleri Gürcü Ortodoks Kilisesi'nde de kullanılan Gürcüceydi, başka bir yazı dilleri yoktu. Abhazya, Osmanlı Devleti’nin koruması altında olan, Osmanlı ülkesine cariye, köle/ esir oğlanlar ve gelinlik kızlar ithalatının yapıldığı İmereti Krallığı’na (Batı Gürcistan’a) bağlı feodal bir prenslikti.

Her iki halkın, Gürcü ve Abhazların Hanefî Müslüman birer kesimi, azınlığı vardır (Oset ve Ermenilerin de Hanefî Müslüman kesimleri vardır).

<p> </p>

Osmanlıların Karadeniz kıyısında Anapa (Çerkesya’da), Sohum–Kale (İmereti/ Abhazya) ve Poti (İmereti/ Mingreli) gibi liman kaleleri vardı.

 

1806 – 1812 Osmanlı – Rus Savaşı sonunda imzalanan 1812 Bükreş Antlaşması ile Osmanlı Devleti kuzeyde Bzıb Irmağı ile güneyde Rioni Irmağı arasında bulunan topraklarda Rus egemenliğini tanıdı.

 

Abhazya’nın kendisi ise savaşta saf değiştirdi, Rus yanlılığını seçti, bu sayede prensliğin ayakta kalması ve Rus koruması sağlandı (1810).

 

Öte yandan Rusya, işgalle birlikte İmereti Krallığı’nı lağvedip topraklarını ilhak etti. İmereti  Kralı, Türkiye’ye sığındı. Ancak Anapa ve Poti Osmanlılarda kaldı. Daha sonra 1829 Edirne Antlaşması ile Osmanlılar bu iki kaleyi de Ruslara bıraktılar. Böylece Türkiye'nin, İran gibi (1828) Kafkasya ayağı kesilmiş oldu.

 

Abhazya’daki feodal (çağdışı) prenslik yönetimi, reform uygulamasına, 1864 yılına değin Rus koruması altında varlığını sürdürdü. Aynı süreçte Dağıstan'daki kalıntı küçük feodal prenslikler de tasfiye edildi.

 

Bütün bunların bilinmesinde yarar vardır.

 

4. Pelin Batu’nun sorusu

 

Moderatör Pelin Batu, ‘Kafkasya’nın batısından Türkiye’ye sürgünler oldu, Ruslar niye aynısını Doğu Kafkasya’da yapmadılar’ biçiminde bir soru sordu.

 

Bu soruya da doyurucu bir yanıt verilemedi. Sefer Berzeg Dağıstan’da daha dinamik olan Nakşibendî, Çeçenya’da da daha az dinamik olan Kadirî tarikatının bulunduğunu söyledi, şimdiki Çeçen başı Ramzan Kadirov'un babası Ahmet Kadirov'un da Kadirî tarikatından olduğunu söyledi, Karabulak Çeçenleri ve Musa Kundukov örneklerini sundu. ‘Aslında Ruslar bir ara diğer Kuzey Kafkasya halklarını da Türkiye’ye sürmeyi düşündüler ama bunu göze alamadılar’ dedi. Bu son değerlendirmede  gerçek payı var. Ancak, olası iç tepkiler dışında başka önemli engeller de vardı. Türkiye bu nüfusu, tarikat bağımlılığı olan Şafiî Çeçen nüfusunu kabul edecek miydi? Kabul etmek istemediğinin uygulama örnekleri var. Osmanlı, herhalde gönderilmesinler diye olmalı, gelen Çeçenleri Rusların şart koştuğu ülke içlerine değil de, Rus sınırına yakın yerlere, Doğudaki Kürt ve Ermeni arazilerine yerleştiriyordu.

 

Rus makamları, “O yerlere Kabardeyleri yerleştirin ama sınırımıza yakın yerlere Çeçenleri yerleştirmeyin” biçiminde sık sık uyarılarda bulundular. Osmanlı da, “Öyle yapacağız zaten, geçici bir durum, onları kısa sürede oralardan içerilere alacağız” diye yanıt veriyor, ama içerilere almıyor, yeni gelenleri de sınıra yakın yerlere yerleştiriyorlardı. Açıkça göndermeyin diyemiyor ama üstü örtülü "göndermeyin" demeye getiriyorlardı. Bunun üzerine Rusya, herhalde umudunu kesmiş olmalı ki, Çeçen göçlerini durdu.

 

Başkaca ne gibi engelleyici nedenler olabilir? Bir kere, Şafiî Çeçen göçünü Hanefi ağırlıklı Türkiye’ye kabul ettirmek, Hanefî Çerkes örneğinde olduğu gibi kolay değildi. Osmanlı’da Türk ve Arap nüfus Hanefî idi, resmi mezhep de Hanefîlik idi, Kürtler ise Şafiî mezhebindendi. Şafiilik Kürtleri diğerlerinden, Türkler ve Araplardan ayıran bir etnik kimlik gibiydi. Kürdistan, Şiî İran ile Hanefi Osmanlı arasında bir Şafiî ada konumundaydı.

 

Padişah, idarî reform gereği yarı özerk Kürt emirliklerini (prenslikleri) kaldırmıştı, merkezî yönetime geçilen Kürdistan’da bir otorite boşluğu doğdu, aşiretler arası çatışmalar çoğaldı. Emirler aşiretler arası sorunları çözüyorlardı. Emirlerden boşalan yeri Nakşibendî şeyhleri doldurmaya, aşiretleri uzlaştırmaya başlamış, Kürdistan giderek bir şeyhler ağıyla kaplanmıştı. Şeyhler her yeniliğe, Batılı olan her şeye, Padişah'ın reformlarına karşıydılar. Kürdistan giderek kapkara bir cehaletin içine yuvarlanmıştı. İnsanlar şeyhlerden şifa ve medet umuyordu. Sıradan insanlar Cennet'in anahtarının şeyhin elinde olduğuna inanır hale gelmişlerdi.

Emirlikler döneminde bir Kürt aydınlanması vardı, Kürt din âlimleri kendi dilleri dışında Türkçe, Arapça ve Farsça da biliyor, öğretmenlik yapıyor, bu üç dil arasında iletişimde ve çevirmenlik işlerinde görev alıyorlardı. Kürt yazısı ve edebiyatı vardı. Din âlimlerinin etkileri, Farsça yazısı olan Hindistan'a değin uzanıyordu. Güneydoğu Asya'ya, oradaki adalara, Moluk Adalarına bile gittikleri oluyordu.

 

Dinî yönden İnguş, Çeçen ve Dağıstanlılar da (*), tıpkı Kürtler gibi Şafi mezhebinden idiler, Şafiîlik Kafkasya'da da bir Şafiî ada konumundaydı, Şafiîler 1859 yılı ve sonrasında  Rus yönetimine boyun eğmişlerdi, halkın yerel liderleri olan çoğu tarikat şeyhi, özellikle de yerel prensler (hanlar) doğrudan  Rus işbirlikçileri konumundaydılar. Diğer Kuzey Kafkasyalılar ve Çerkesler ise Hanefî idiler.

Reformlar nedeniyle Kürdistan’ın kaynaştığı, Osmanlı yönetimine karşı sık sık Kürt başkaldırılarının yaşandığı bir dönemde, Şafiî Çeçen göçü "asî" Kürt şeyhlerinin gücünü artırıcı bir işlev görebilir, bu durum her iki devlet – Rusya ve Türkiye- için de bir tehlike oluşturabilirdi.

Çeçen ve Dağıstanlı göçünü sınırlayan bir etken de bu olmalı.

 

Şafiîlik, Hanefîliğe göre daha katı, çoğalan ve toprağa daha bağlı olan bir mezhep gibi görünüyor. Galiba Şafiîyi asimile etmek, Hanefîye göre daha zor olmalı. Yok deniyor ama Osmanlı'da da bir asimilasyon politikası vardı.

 

<p>(Devam</p> edecek)

 

 

(*) - Türk kökenli Dağıstanlılar, Kumuk ve Nogaylar Hanefîdir. 

 

Dipnotlar:

 

(1) - Putin için Hulıjıy’da (Ĥuĺıĵıy/ Хъулъыжъый/ Gelencik), görkemli bir dinlenme sarayı yapıldığı, eleştiriler üzerine sarayın yabancı bir otel firmasına kiralandığı söyleniyor. Putin yatırımları Karadeniz kıyılarına yönelterek Çerkesya'ya yönelik 150 yıllık “Novorossiya” (Yeni Rusya) projesini tamamlamak ve kalıcılaştırmak istiyor olmalı. - hcy

 

(2) - Bkz “Tihomirov Lev Aleksandroviç'in Anıları Üzerine Bir Ön Değerlendirme” başlıklı yazımız, Cherkessia.net; Semen Esadze,“Çerkesya’nın Ruslar Tarafından İşgali”.

 

(3) – Çuvıç Anjel, “KIRIM SAVAŞI VE ERTESİNDEKİ ÇERKESLERİN TARİHİ (1853- 1856)”, Cherkessia.net.

<p> </p>(4) - Bkz. “Eski Yazılı Belgelerde Adıgeler, 13 Eylül 2013”, Cherkessia.net.

 

(5) – Tihomirov Lev Aleksandroviç'in Anıları Üzerine Bir Ön Değerlendirme” başlıklı  yazımız, Cherkessia.net.

 

(6) - Semen Esadze, "Çerkesya'nın Ruslar Tarafından İşgali". 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 

 

 

 
  Bugün 46 ziyaretçi (62 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol