adigehaber
  Toparlanmalıyız...
 
Toparlanmalıyız…
Hapi Cevdet Yıldız

11 Kasım 2012
Türk Milli Eğitim Müfredatı Kürt, Zaza ve Arap dilleri yanında, Adıge dili ile Abhaz dilini de seçmeli ders dilleri kapsamına almış bulunuyor. Bundan şu anlam çıkıyor: Adıgece ve Abhazca, bundan böyle Türkiye'deki devlet okullarında, 5- 8 sınıflarda seçmeli ders dili olarak haftada iki ders saati tutarında okutulabilecek. Yetersiz bir uygulama ama kuşkusuz bir gelişmedir bu. İşin başında  bu işin yürümeyeceğini, pek bir talep de olamayacağını belirtmiştik (*). Basında yazıldığına göre, Kürtçe dersler için 21 bin kişi talepte bulunmuş, çok az. Gerçi BDP seçmeli derse karşı, bunun da etkisi olmalı. Adıgece içinse, yanılmıyorsam sadece Düzce’de 15 öğrenci talepte bulunmuş.
Anlaşılan diğer yerlerdeki Adıge ve Abazalar/ Abhazlar dökülmüşler. Ağaç artık meyve vermiyor diyebilir miyiz? Erken bir yargı olur bu. Ama gerçekler de ortada.
Toparlarsak, dökülmüşüz…
“Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir” dememişler boşuna. Avrupa’daki onbinlerce Çerkes, Çerkesçe sınıflar açtırmıştı da iş bize mi kalmıştı?..
Geri ve yarı asimile bir toplummuşuz anlaşılan. Çerkes Hakları İnisiyatifi (ÇHİ) aksini iddia edecek olsa bile, gerçek bu.
Ankara Tank Okulu’ndaki (1972) öğretmenlerimizden bir albay derste anlatmıştı, 2500 yıl önce yaşamış Çinli General Sun Tzu, ‘Savaş Sanatı’ adlı kitabında şöyle demiş: “Kendi ordumun ve düşman ordusunun gücünü iyi biliyorsam, savaşı ben kazanırım. Kendi gücümü biliyor, ama düşmanın gücünü bilmiyorsam, kazanma şansım yarıya düşer…”
***                                                                      
Günümüzde gelişmiş ülke, gelişmekte olan ülke ve geri kalmış ülke standartları vardır.
Gelişmiş ülke için çarpıcı bir örneği, birkaç gün önce, bir televizyon programında bir matematik profesöründen dinlemiştim:
“Almanya’da 2 milyon, Türkiye’de 75 milyon Türk var. Türkiye’deki futbolcuların yüzde 60’ı Almanya Türk kökenli, yüzde 40’ın çoğu da yabancı. Sadece futbol alanında değil, her şeyde bu böyle”. Yani 75 milyon pastadan yüzde 10- 15, gelişmiş ülkede yaşayan 2 milyon da yüzde 60 pay alıyor. Gelişmiş ülke standardı böyle bir şey.
Diğer matematik profesörü de özetle şunları söyledi:
“Matematik yarışmalarında Singapur, Güney Kore ve Tayvan gibi gelişmekte olan ülkeler, Asya Kaplanları önde, Türkiye en gerilerde. Bu başarılı ülkeler modern matematikte ileriler, tek başarılı gelişmiş ülke ise, klasik matematik uygulayan Finladiya, o da önde. Finlandiya’nın öğretmenleri mükemmel, başarıyı onlara borçlu”.
Demek ki, kalite için iyi öğretmen  gerekiyor. Bizde olmayanı da o.
Bu bana 1970'lerde "Yamçı" dergisindeki (toplu sayı) bir söyleşiyi anımsattı. Nalçik'te üniversite öğrenimi gören ya da tam anımsayamıyorum üniversite mezun Ürdünlü bir genç konuşuyor da konuşuyor, ama hiçbirşey söylemiyor, içerik ve bilgi diye birşey yok, tam bir solucan, laf ishali yapıyor. O düzeyde kaldıktan sonra, 40 üniversite bitirsen  ne yazar?..
Ama tersi de var. İlk profesör devam ediyor:
“Batı okullarından en üst derece ile mezun olmuş çok  iyi eğitimli gençler, bizdeki üniversite giriş sınavlarında dökülüyorlar. Bu çocuklar çok bilgililer, ama test sınavlarını başaramıyorlar. Başarısız olmalarının nedeni, bizde, Türkiye’de eğitimin bilgilendirme, öğretme amaçlı değil, sınav odaklı olması...Ortaokul ve lise metamatik ders kitapları hatalarla dolu, insanı bezdiren kötü bir dille de yazılmışlar, bildiriyoruz, incelemeye aldık deniyor, ama hiçbirşey düzeltilmiyor...”.
Demek ki, ezbere dayalı ve sallapati bir sistem söz konusu. Yani kötü iyiyi kovuyor.
Bu durumda anayurt ve İsrail Çerkesleri bize göre, biz de Suriye ve Ürdün Çerkeslerine göre daha gelişmiş sayılabilir miyiz?
Yerimizi iyi bilmeliyiz.
***
Peki, geri ülke standartlarını biliyor muyuz? 20. yy başlarında Türkiye ve Kafkasya’da Çerkes öncü aydınları çıkış yolları aramış ve kısmî başarılar  elde etmişlerdi, ama sürdürememişlerdi. Örneğin, özel okullar açmış, anadilinde kitap ve gazeteler yayınlamış, ayrıca Adıgece mevlit ve mevlidin toplumca benimsenmesi olayı, vb. yaşanmıştı. Ama hiçbiri kalıcı olamadı.
Bütün bunlar kuşkusuz özel girişimler, kişisel çaba ve özveriye dayanmış olan şeyler, Adıgece mevlit dışında hepsi kısa sürede  uçup gitmiş, mevlit de kalıcı olamamış, Türkçe bilmeyenlerin ölümüyle o da susmuştu. Şimdilerde eski mevlithanlardan Hafız Guser Fahrettin Abatay, Mevlid'e yeniden bir  hayatiyet kazandırmaya çalışıyor.
İstisna, Sovyetler, İsrail ve kısmen de Yugoslavya (Sırbistan/ Kosova). Lenin dönemi Rusyası, en küçük topluluklara bile özerklik verdi, hepsine devlet yönetiminde söz hakkı tanıdı, geri kalmış toplulukların dillerine özel bir ilgi gösterdi, onları kalkındırmaya, dillerini okutmaya ve kamu yönetiminde kullandırmaya başladı, bu gibi konularda destek verdi. Söz gelişi, Sibirya ve Sahalin Adası'nda yaşayan ve bin (1,086) kişi tarafından konuşulan Nivkh diline değin bütün dillerde öğrenim veren okullar açıldı. Bunun ne harika bir girişim olduğunu kim yadsıyabilir?
Gelişmiş demokrasi, planlamalarda en küçük birimleri bile hesaba katan ve onlar lehine düzenlemeler yapan demokrasidir.
Lenin, devrim öncesi  İsviçre’de bulunmuş ve İsviçre örneğini yakından inceleme fırsatını bulmuştu. Sovyet sistemini kurarken İsviçre'nin federal devlet sistemini örnek almış ve yararlanmıştı. Ancak bu güzel girişim ve uygulama, ne yazık ki, her güzel şey gibi, 1924’te Lenin’in ölümü ile terk edildi ve  yozlaştırıldı.
Stalin, Lenin’in aksine kaba uygulamaları başlattı, ulusları ve özerklikleri büyük ve küçük diye sınıflandırdı, budadı, bazılarını tasfiye etti, bazılarını da toplu halde Sibirya'ya sürdü, sürmek için, tabii Türkiye müsait değildi.., Rus milliyetçiliğine kaydı. Her şey kötüye gitti, Lenin’in diktiği çınar ağacı, Stalin, Kruşçev, Brejnev ve parti çetesinin (bürokrasinin) elbirliğiyle daha 70 yaşını bile dolduramadan devrilip gitti (1991).
***
Peki, şimdiki Rusya gerçeğini olsun biliyor muyuz? Bu gerçek göz ardı edilerek bir yerlere varılabilir mi? Varmaya çalışıyor gibiyiz. Yakın geçmişte disiplinsiz/ anarşik  Çeçenler bunun acısını çektiler. Geçmişte biz Adıgeler de tatmıştık aynı acının beterini (1864). Abhazlar da tattılar tabii (1877). Bu konuda çok şeyler yazıldı. Kimse yazılmamıştı diyemez. İsteyen okuyacak çok şeyi bulabilir...
Şunu da bilmeliyiz, savaş ya da şiddetle hiçbir yere varamayız. Savaş küçük topluluklar için sadece yıkım getirir. Geçmişte Rus, ulusumuzu önce böldü, adım adım yurdumuzu ele geçirdi, ardından hepimizi  sürdü ve yok etti. Adıgelerin ne kadarı toprağında kalabildi ki? Tartıya vurulabilir mi bu? Rus, fırsat tanımadı. Büyük bir ulustuk, ama birleşmeyi, hep birlikte direnmeyi ve çağa ayak uydurmayı başaramadık. Şimdi o eski savaşma gücümüz de yok. Ama akılla, cesaretle ve barışçı yöntemlerle bir yerlere varmak, kısmî de olsa, mesafe almak olanaklı. Gücümüz sadece buna yeter. Rus'u eleştiririz, yaptığı haksızlıklar nedeniyle onu yerden yere vurabiliriz, ama asla Rus düşmanı olamayız, savaş baltalarını kaldıramayız. Don Kişotluk olur bu. Biteriz.
Genel ve soyut düşünmesini öğrenmeliyiz.
Çağımızda yönlendirmeler çok. Oyuna gelmemeliyiz. 1971 ve 1980 süreçlerinde, Türkiye’de gençler, öğretmen ve işçiler oyuna geldiler. Yetersiz, bilgisiz ve sorumsuz yönetici ve önderleri vardı onların. Taklitçi idiler, Küba'ya, Castro ve Che Guevara'ya, Kır ve Şehir gerillalarına özeniyor, öykünüyorlardı. Milyonluk Nato ordusu dururken, toplum çoğunluğu kazanılmamışken, bütün bunları göz ardı ederek, düzeni değiştirmek ve halk iktidarını getirmek istiyorlardı. Kolay sandılar düzen değiştirmeyi. Bu bir hataydı. Hata affetmez.
Gelişmemiş bir demokrasi, sert ve kaba bir ordu, bilgisiz ve bilinçsiz yığınlar, ceza yağdıran güdümlü ve gerici  bir yargı sistemi vardı. Bu gerçeğin hesabı yapılmamış, söz gelişi  Vietnam denerek yanlış bir rota tutturulmuştu. Vietnam sömürgeydi ve bölünmüştü. Gerillanın gerisinde Kuzey Vietnam, Çin ve Sovyetler, kesintisiz bir destek  vardı. Dünya halkları ve Amerikan kamuoyunun büyük bir bölümü Vietnam’a arka çıkmıştı. Bizdeki değerlendirmeler hatalı ve temelsizdi.
***
Sovyet ve Çin çıkışlı kapitalist ve sosyalist dünya iddiaları, emperyalizmle mücadele tezleri de bilimsel değildi ve hatalıydı. Tek bir dünya vardı, aslında uluslar arası şirketler ve adamları tarafından desteklenen/ güdümlenen iktidarlar (ABD) eliyle yönetilen bir dünya vardı. Sovyetler ve Çin’in rekabet gücü yoktu. ABD hâlâ rakipsiz.
Bu gerçeği yadsıyarak bir yerlere varmak olanaklı mıdır? Beğenelim, beğenmeyelim, ABD dünyanın sermaye ve teknoloji patronu. ABD'yi karşıya alıp gelişmek olanalı mıdır? Örneğin, gelişmesini sürdürmek için Türkiye’nin yılda 250 milyar dolarlık yatırım yapması gerekiyor, bunun 100 milyar doları dışarıdan sağlanmak zorunda, yoksa çark dönmez, darbe gelebilir, 12 Eylül 1980’de gelmişti. Gerçeği görmek istemeyenler var. Bu çark milliyetçi ideolojilerle, bağımsız Türkiye sloganlarıyla döndürülebilir mi?..Slogan ile yatırım çekilebilir mi?..
Bu bakımdan ulusalcı sol ve MHP tarafından öne sürülen ‘Bağımsız Türkiye’ tezleri de yanlıştı, gerici ve ideolojik nitelikliydi. Gençler zokayı yuttular, bedeli de ağır oldu.
BM üyesi olmak dışında bağımsızlıktan ne anlamak gerekir? Stalin’e göre tek bir ülkede sosyalizm kurulabilir ve yaşatılabilirdi, ona göre bağımsızlık bu olmalıydı. Lenin ve Troçki ise, farklı düşünüyorlardı, onlar devrimi yaymanın peşindeydiler. Onlar da yanılmışlardı, devrimi yayamamışlar, Almanya ve Avrupa’daki girişimler kanlı bastırılmıştı. Tek bir ülkede sosyalizmin yaşayamayacağı gerçeği, 1991’de Sovyetlerin ve sosyalist ülkelerin çöküşüyle pratik anlamda da doğrulandı.
Peki kapitalist bir dünyada, ondan bağımsız bir milliyetçi ülke yaşayabilir mi, örneği var mıdır bunun? ‘Vardır’, sosyalist/ totaliter Kuzey Kore.
Kuzey Kore gibi sefaleti ve halkını aç bırakmayı göze alabilirsen ve buna izin de verilirse, ikinci bir Kuzey Kore yaratabilirsin…
***
Bir ülkede varlıklı, yoksul ve sürünen insanlar vardır. Örneğin, ABD’de sigorta kapsamında ya da zengin değilsen sağlık yardımı alamazsın, sigortasız biri için hastalanmak korkulu bir rüyadır, kış günü bir başına sokakta kalmak gibi birşeydir, kimse, hiçbir kişi ve hastane adamın gözünüzün yaşına bakmaz. Vahşi bir ortam vardır orada. Türkiye bu bağlamda ABD’den çok daha önde, daha gelişmiş bir ülke, herkes sağlık yardımı alabilir. Erdoğan'ı kutlamak gerekir bu konuda. ABD'de paran ve sigortan yoksa yandın. Zengin kesimin Barack Obama'nın sağlık reformuna verdiği  tepki ortada, zengin kesim, fakir kesim için  para (vergi) vermek istemiyor. Türkiye, ABD'ye göre bir sosyal devlettir demiştik. Demek ki, kapitalist ortamda sosyal devlet modelleri de olabiliyor. AB ülkeleri ve İsviçre, ABD'ye göre çok daha sosyal. Ekonomiyi ve sosyalleşmeyi geliştirerek alternatif oluşturmak olanaklı. Emperyalizme böylesi uygulamalar ve gelişmeyle karşı konabilir. Gerisi laftır, dünya dışında yaşamak gibi bir şeydir.
O halde, sistem içi alternatifler vardır, başka bir çıkış yolu yoktur. Bunu bilmeliyiz. Ekonomiyi güçlendirmek, yatırımları artırmak ve rekabet gücü yaratmak ana çıkış yolu olabilir. Bunun için bilgi, eğitimli kadrolar, para ve teknoloji  gerekir.
Dünya gerçeği böyle. Don Kişotluk dönemi geride kaldı. Türkiye’de ABD  yardımıyla dindar/ muhafazakâr kesim örgütlendi ve barışçı yöntemlerle iktidara geldi. İyi de oldu. Dindar kesim, tüm  tarikatlar birleşti, liberal solun bir kesimini yanına aldı, konjonktürün de el vermesiyle Ak Parti seçimi kazandı ve iktidar oldu. Konjonktür demekle, AKP iktidarının Ecevit hükümetinin mirasına konmuş olmasını kastediyoruz.Ekonomik anlamda hazıra kondu.Ulusalcı/ Kemalist çizgide takılı kalmış olan, umut  ve proje üretmeyen ırkçı/ milliyetçi çizgiler (CHP ve MHP) ise, siyasal alternatif olmaktan çıktılar.
Her gerici tezgâhta ve ırkçı politikalarda parmağı olan asker de, bu sayede  dizginlendi, yüzlerce general şimdi darbeci olma suçlamalarıyla yargı karşısında, hesap veriyor, ama ordu hâlâ bir siyasal güç, bir aktör. Bu da bilinmeli ve uyanık olunmalı. Ulusalcı güçler dışında, Ak Parti iktidarı da Türk ve Sünni olmayanlara, Türk kökenli Alevilere bile  eşit haklar vermek istemiyor. Kürt Savaşı da eşitlik sağlanmadığından sürüyor. Ama ne zamana kadar?..
***
Rusya gerçeğine dönersek, 21 cumhuriyet, 1 özerk oblast, 4 özerk okrug ve 100’ü aşkın etnik grup gerçeğiyle karşılaşırız. Nüfusun yüzde 80'i Rus/ Slav, yüzde 20'si ise azınlık. Hepsi Moskova güdümünde. Güç, Moskova’da.
Adıgelere gelirsek, 160 üzeri etnik grup içinde en büyük haksızlığa uğramış, ülkesi çalınmış ve ülkesi dışına sürülüp dağıtılmış olan bir topluluk, üstelik Adıgelerin büyük bir diasporaları da var, Rus bütün bunları görmek istemiyor, diasporaya anayurdunun kapılarını kapatıyor. Haksız. Adıge, Rus’un umurunda değil. Demokratikleşme olmadığı sürece, cumhuriyetlerin pek bir fonksiyonu da olamaz. Peki, Çeçen ve Dağıstanlı daha farklı mı, onlar, Adıge’ye göre, Rus’un daha fazla umurunda, potansiyel güçleri var. Rus onlarla baş edemez, peki onlara farklı bir statü verebilir mi? Bu konuda bir sinyal yok. Rusya'da muhalefet küçük ve güçsüz kaldığı sürece fazla değişen şey olmaz.
Bir süre öncesine değin, anayurt kapısı, bir ölçüde Adıgelere aralanmış gibi gözüküyordu, yanıltıcıydı, dönüşçüler, sanırım bilmeden bu oyunda aktif rol üstlenmişlerdi, ama aslında kapı kapalıydı. Talep olmadığı ya da az olduğu için Rus ses çıkarmıyor, Kıbrıs'taki Rum'un oyununu oynuyordu. Rum, BM planlarını savunur görünüyordu, ama iş gerçeğe binince Annan Planı’na  hayır dedi (2004). Bunda esas sorumluluk, Türkiye’de, 2004 yerine 2002’de evet denseydi Rum’un oyunu boşa çıkarılmış olurdu.
Rusya’yı tanımak için  Suriye gerçeği de bir ayraç oldu, herşeyi açığa çıkardı. RF/ Rus, Suriyeli Çerkes'e  kapıları kapattı. Rus, birkaçı geçmeyen dönüşlere ses çıkarmıyor, ama talep kitleselleştiğinde kapıları açmıyor, sessizce  kapatıyor. Bu gerçeği herhalde anlamış olmalıyız. Peki, açılmayan bu kapıyı nasıl açabiliriz? Çilingir mi çağırmalıyız? Bir soru, bir görev de bu olmalı.
***
Türkiye’ye gelince, demokrasinin genel getirileri dışında, artı olarak  ne yapabiliriz, nasıl ses duyurabiliriz? Dağılmış ve toplanamayan bir topluluğuz. Demokrasi de patinaj yapıyor, halk ne olacağını bilmiyor, belki de anadili eğitimini bir devlet tuzağı olarak görüyor. Geçmişte örnekleri çok yaşanmıştı bunun. 1920'de uzlaşma oldu derken Düzce'de 53 kişiyi ağaçlarda sallandırmışlardı. Başka örnekler de sayabiliriz, 11 Mart 1971 günü gençlik, işçi ve öğretmen örgütleri yasaldı, ama ertesi gün, 12 Mart  günü terör örgütleri olarak ilan edildiler ve tutuklamalar başlatıldı. TİP ve Erbakan'ın partisi kapatıldı, beteri 12 Eylül'de tekrarlandı. TİP ve devamına göz açtırılmadı, ama MSP ve MHP'ye arka çıkıldı, yol verildi, iktidar ve iktidar ortağı yapıldılar. Bir Türkiye gerçeği de bu. Solu olmayan yarım bir 'demokrasi' söz konusu. Korku hâlâ kol geziyor olmalı. Bakın, seçmeli ders konusunda döküldük, koca Çerkes toplumu 15 kişide kaldı. Küçük toplulukların hepsi  döküldüler. Nümûnelik bir Adıgece sınıf dışında, hiçbirimiz, Gürcü'sü, Abaza'sı, Laz'ı, Pomak'ı , Arnavut'u, Patriot'u, Pontuslusu, hepsi karavana çekti, hiç bir varlık gösteremedik. Gerçek olan bu.
Bu genel başarısızlığın nedenleri üzerinde durmalıyız. O denli perişan mı düşmüşüz?..
Evet, demagojiye kaçmadan, bu nokta üzerinde düşünmeli ve herkes eteğindeki taşı yere dökmeli...
(*)- Bkz. ‘Ana dilinde Eğitim mi?- 2’ başlıklı yazımız.
  
 
 
 
  Bugün 8 ziyaretçi (37 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol