adigehaber
  Ana Dilinde Eğitim mi?-I
 

 

 

Ana dilinde Eğitim mi?- I
 
Geçtiğimiz 12 Haziran Salı günkü gurup konuşmasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, talep olması halinde seçmeli ders olarak Kürtçenin devlet okullarında okutulacağını açıkladı. Erdoğan yine talep olması durumunda   Arapça, Zazaca, Abhazca, Çerkesçe, Lazca, Boşnakça ve diğer tüm yerel dillerin de  devletçe okutulacağını sözlerine ekledi. Talep için, eğitim bakanına göre, 10- 12 öğrenci gerekecekmiş.
 
Böylece Türkiye, en alt düzeyde de olsa, Avrupa normlarını kabule hazırlanıyor demektir.
 
 Türkçe dışındaki dillerde öğrenimin müfredata  alındığı, uygulamanın bu eylül ayına yetiştirileceği   söyleniyor. Ortada ana dilinde  eğitim değil, seçmeli dersle sınırlı bir öğretim  söz konusu. Yani hükümet kararı ile başlatılan bir uygulama, başka bir hükümet kararıyla pek âlâ geri alınabilir. Yine de hiç yoktan iyi  bir şeydir bu karar.
 
Başbakan ve hükümet ya da Ak Parti iktidarı cesurca bir adım atmış bulunuyor, kutlamak gerekir.
Karar derde deva mıdır? O ayrı konu.
 
***
 
Türkiye farklı bir ülke
 
1920’lerde Türkiye’de, dünyanın hiçbir  ülkesinde bulunmayan bir düzen kurulmuş, 1923'te Meclis hükümetinden, tek kişi otoritesini pekiştiren  kabine usulü hükümete geçilmişti. Böylece yetkiler fiilen Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'nın elinde toplanmıştı. Mustafa Kemal, gizliyordu ama gerçekte koyu bir Türk milliyetçisi idi. Öz olarak bu oluşum, daha demokratik imiş gibi görünse de, kolektif yönetimden tek kişi yönetimine geçiş anlamına geliyordu, yani otoriter bir gerileme söz konusuydu. Tek kişi, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'ydı.
Bazıları bunu Mustafa Kemal’in doğal bir hakkı imiş gibi sayıyorlar: Çünkü o, ülkenin kurtarıcısıydı.
Bu da kişiye tapınmanın, şefliğin başlangıcı oldu.
 
Tek kişi iktidarı dişini  1925 Takrir-i Sükün Kanunu ile gösterdi, muhalefetin    üzerine toprak örtüldü.
 
Gelişimi, İstiklâl  Mahkemelerinin ne anlama geldiğini çok kişi iyi okuyamamıştı, bu kişiler Mustafa Kemal’i tanıyamamış, ekibini de hafife almışlardı ya da kendilerinde hâlâ bir güç kaldığını ya da ülkede hukuk diye birşeylerin bulunduğunu  sanıyor olmalıydılar; sonuç olarak, 1925 ve 1926'da   çok sayıda önde kişi ipte can verdi, daha sonra  Zilan ve  Dersim’de çoluk çocuk denmeden onbinler katledilecekti.
 
Rauf Orbay, Kazım Karabekir,  Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele gibi  milli mücadelenin ve 1925 yılı muhalefetinin  ağır topları da canlarını zor kurtaracaklardı.
Kemalistlere göre, böyle yapmak gerekiyordu. Ama normal bir düşünce tarzı olamaz bu.
Rejimin bir boyutu böyleydi.
Diğer boyutu ise, dünyanın hiçbir yerinde görülmedik bir biçimde bir Türkçülük akımı başlatıldı, Türkçe dışındaki diller yasaklandı. Türkçe ve beraberinde Türkçü bir ideoloji dayatıldı: Kürt ya da Çerkes, kendisini Türk olarak tanıtma zorunda bırakıldı.
Resmi dil olarak Türkçeyi kullanmak ayrı şey, diğer dil ve kültürleri yasaklamak  ise apayrı bir şeydi. Dayatma ve  yasaklama, diğer dilleri yok etmeyi, o dillerde konuşan Müslüman nüfusu Türk çoğunluk adına asimile etmeyi  amaçlamıştı.
 
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ve arkadaşları (İ. İnönü, C. Bayar, F. Çakmak)  özellikle 1930'larda çok sert yöntemler uygulayarak  otoriter ve uzun ömürlü bir  rejim tesis etmeyi başardılar.
 
 
Rejimin ana karakteri, sola ve komünizme, teokratik (dini) düşünce ve azınlıktaki dil ve kültürlere düşmanlık biçiminde şekillendi. Değişik  dil ve kültürlerin yaşamaları değil,  düşman sayılmaları, asimilasyon ya da bastırma yoluyla Türklük lehine yok edilmeleri amaçlanmıştı.  Kemalist modele uymadığı sürece din de dışlanmıştı. Din de Türkleştirilmek istenmişti.
Anlatılır, 1930'larda birkaç yerde sehpalar  kurulduğunda, Düzce'nin "Ben hacıyım, ben hocayım" diyen nice kişisi şapka giyip meyhaneye koşmuş, herkesin göreceği biçimde şarap içmeye başlamış. Yani 'Korku dağları bekliyor' olmalıydı. 
Tabii rejimin, 1930’larda kadınlar da dahil herkese eşit oy hakkı tanıması,  devlet eliyle bir sanayileşme hareketini  başlatması ve benzeri şeyler  ilerisi için yararı görülecek olan  girişimlerdi. Her rejimin bir iyi yanı olabilir.
Herşeye karşın İsmet İnönü ihtiyatlı ve akıllı biriydi. Bu yüzden olmalı, 1937'de gözden düşmüş, yerini azınlık (özellikle Rum) düşmanı Celal Bayar almıştı.
 
Yapılan  olumlu düzenlemeler  rejimin otoriter karakterini değiştirmeyen, biçimsel olan ve  öze inmeyen şeylerdi. “Milliyetçilik” adına, sadece azınlıklar değil, Türk  halkı da  inim inim inildetiliyor, özellikle İstanbul'da toplanmış bir avuç yerli “müteşebbise” sömürtülüyordu. Türkiye, Sovyet Rusya gibi dışa kapalı olan  korkunun hüküm sürdüğü  bir faşist ülke konumundaydı.
***
 
1945 yılı ya da savaş sonrası dönemde Cumhurbaşkanı İnönü ABD ile uzlaştı, özellikle 1950 yılı ile birlikte ABD çıkışlı sanayi kredileri  Avrupa'ya ve bu arada Türkiye'ye de gelmeye başladı.   Almanya ve Japonya gibi yenik ülkeler bile Amerikan   kredileri sayesinde hızla  toparlandılar ve 1960 yılı sonlarına doğru ABD sermayesini  (hegemonyayı) zorlamaya başladılar. Türkiye de  pastadan  nasibini  almıştı tabii. ABD kredileri, ABD’den ithal edilecek  sanayi   malları yatırımı ile sınırlı olarak  kullanılabiliyorlardı. Anlaşılacağı gibi, krediler Amerikan yerli ve uluslararası sermayesi lehine Amerika'ya geri dönüyordu.
Bu arada beklenmedik bir oluşum gerçekleşti, Körfez ülkeleri gibi sanayileşmemiş olan ve sanayi yatırımı yapmayan  ülkelerin elinde, sanayi yatırımlarında kullanılmayan, ama bankacılık sektörünü büyüten büyük bir petrol parası birikti.
Bütün bu oluşumlar sonucu, 1960 yılı sonlarında, ABD sermayesinin hegemonik üstünlüğü  sarsıldı, daralmaya başlayan  ABD ekonomisi, dünyaya da   yansıyan   bir ekonomik krizin içine girdi.
Vietnam Savaşı, 1968 öğrenci hareketleri, Türkiye’deki sol hareket ve protestolar hep  bu kriz dönemde yaşanan şeyler.
 
***
 
Değişen nedir?
 
Türkiye, Türkçü İttihat- Terakki’den, 1913'ten  bu yana asker ve yargı vesayeti altında. 1970’lerde global düzeyde etkisini duyuran ekonomik kriz, yeni bir dağıtım ve bölüşüm  sürecini beraberinde getirdi. Artık, ileri ve orta gelişmişlikteki ülkeler  sanayi yatırımları için ABD’den ucuz kredi alamaz olmuşlardı. Çünkü ABD de krizin içindeydi, uluslar arası sermaye kaynakları daralmış, hegemonik üstünlüğü zayıflamıştı. Kredi, gelişmiş olan bankacılık sektöründen, ABD güdümündeki İMF ve Dünya Bankası’ndan sağlanabilecekti. Onlar da 'yerli sermayenizi korumaya son verin, liberasyona gidin, sınırlarınızı uluslar arası sermaye yatırımlarına açın' diyorlardı.
 
Korumanın kalkacak olması, vurguncu Türk yerli sermayesinin işine gelmiyordu. 'Sol ve ilerici güçler' de yabancı sermayeyi emperyalizm olarak görüyorlardı. Yani, 'zıtların birliği'  söz konusuydu. Ayrıca sol, Amerikancı Nato subaylarından ABD ve Nato karşıtı bir 'devrimci' darbe talep ediyordu. Sola göre, ordu tarihsel anlamda ilerici hareketlere “öncülük etmişti”.
Bu da solun bilgisizliğini ya da gelişimi okuyamadığını  gösteriyordu.
 
Tek doğru tahlil, Mehmet Ali Aybar liderliğindeki TİP’ten geliyor, ama kimseler onu dinlemiyordu.
 
Yerli sermaye, 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesiyle son bir direnişte bulundu. Konumunu korumak ve gümrük duvarlarıyla korunmak istiyordu. Ancak, uluslar arası sermayeyi düşman sayan sola da ideolojik anlamda  karşıydı. Yerli sermayenin çıkarını destekleyen darbeci güçler, ırkçı ve sol karşıtı bir  Amerikancı  politika yürütürken, bir yandan da dışa kapalı ve gümrük duvarlarıyla korunan ithal ikameci bir sanayileşme (İİS) modelini sürdürme politikasını savunmuş oluyorlardı. Türk solu, yukarıda da belirtildiği gibi,  sınırların uluslar arası  sermayeye  açılmasına  ve ticaret serbestisine   karşıydı ve bunu emperyalizmin bir yayılması  olarak görüyordu. Yerli sermaye ise, korumadan yararlanıyor, kalitesiz malları ile  dünya ortalamasının üzerinde tatlı kârlar elde ediyordu.  
 
 Öte yandan Süleyman Demirel de, popülist   (seçim) politikası uğruna tarım ürünlerine, dış piyasadaki değerinin üzerinde fiyatlar veriyor, bitmiş olan bir geleneksel köylü ekonomisini   oy deposu olarak ayakta tutmanın yollarını arıyor, ayrıca yaşama şansı kalmayan  İİS modelini  sürdürmek de istiyordu. Yerli sermayeyi memnun edeyim derken çağa, gelişime ters düşmüştü. Ülkenin kan kaybına yol açan ve  küresel gelişime ters düşen bu gerici modelin   hiçbir yaşama şansı kalmamıştı. Durumu CHP lideri Bülent Ecevit de okuyamıyordu. Çözüm getirememiş, geldiği gibi gitmişti.
 
Solun ise, sanırım ekonomi konusunda, demagojik siyaset yapma dışında tutarlı  bir programı yoktu.  Batmakta olan Sovyetlere ya da Çin’e göre politikalar oluşturulmaya çalışılıyordu.
 
Sermaye, çıkarına dokunulmamasını, yatırımları için devletin kendisine koruma ve ucuz dış kredi sağlamasını ve sanayi malları ithalatına dayalı kalkınma (İİS)   modelinin sürdürülmesini istiyordu. Ancak, dediğimiz gibi, olacak  şey değildi bu, Demirel’in ünlü deyimiyle “Ülke,  sonunda 70 cente muhtaç”  düşmüştü.  Bu bir iflas belgesiydi.
Yeni dünya koşullarında miadı çoktan dolmuş olan yürürlükteki  bu modelin (İİS) sürdürülmesi olanaksızdı.
 
Çok yönlü kıskaç ve çaresizlik içine düşen  ekonomi, Demirel hükümetini 24 Ocak 1980 kararlarını almaya zorladı. Projenin mimarı Turgut Özal’dı. Özal, önce Demirel'i,  ardından da ABD ve darbeci askerleri ikna etmeyi başarmış olmalıydı. Böylece İİS modeli   terk ediliyor ve ülkenin kapıları uluslar arası sermayenin yatırımlarına açılıyor, yeni bir dağıtım  ve bölüşüm süreci içine giriliyordu. Büyük bir devalüasyon yapıldı, liranın değeri   düşürüldü, ihracata dayalı yeni bir sanayileşme modeli, rekabet ve uluslar arası serbest ticaret koşulları kabul edildi. Krizi atlatmak, tepkileri bastırmak amacıyla, Washington güdümlü   12 Eylül 1980 askeri darbesi yaptırıldı. Kafasını kaldıranın kafası ezildi, binlerce insan tutuklandı ve askerler tarafından işkenceden geçirildi, 50 kişi de idam edildi.
 
İzleyen 1989 liberasyon kararı ve 1995’te  AB ile imzalanan  Gümrük Birliği Antlaşması sonucu,  Türkiye yeni bir sanayileşme sürecinin içine girmiş oldu. Bu arada Anadolu’ya yayılmış bir girişimci (sanayici) sınıf da oluşmuş oldu. Erdoğan hükümeti de  liberalleşme politikasını aynen sürdürüyor.  
 
Bu özet açıklamalar, Türkiye'yi ve   günümüz koşullarını tanımak ve değerlendirmek açısından gereklidir . Aksi takdirde sağlam bir çıkış yolu bulamayız.
 
***
 
Dünya nereye gidiyor?
 
Türkiye artık uluslar arası sermaye hareketlerinin  içinde yer almış bulunuyor. Yani dünya küçülmüş, bir eve dönüşmüştür. Bunun bir geriye dönüşü olamaz. İstisnai bir ülke var,  orası da yoksul Kuzey Kore’dir.
Rusya da aynı uluslar arası sermaye çarkının içindedir.
 
Bu çarkı durdurmak olanaksızdır. Önemli olan çarkın dişlileri arasında ezilmemek ya da biz Adıge- Çerkesler gibi, çarkın döndürdüğü değirmen taşları arasında un ufak olmamaktır.
Bilgi, internet çağında yaşıyoruz. Ama bizler çağın neresindeyiz?
***
Dil konusunu da çağdaş perspektiften ele almak gerekiyor. Yoksa  çözüm üretemeyiz. 1970’leri anlatan bir kitaptan okumuştum. Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Çağlar Keyder’in yazdığına göre (ki, çok değerli bir bilim insanı olduğu kuşkusuzdur), daha 1970’lerde bilimsel ve teknolojik yayınların yüzde 70’i İngilizceydi. Aradan 40 yıl geçtiğine göre, diğer dillerin pazar payı kalmış mıdır ya da ne düzeydedir? Bilemiyorum.
Ancak, İngilizcenin yayılmakta olması, bizim  yerel dillerimizi henüz tehdit etmiyor. İngilizceninki teknolojik  bir gelişim, bir pazar sorunu. Bize yönelik tehdit Türkçe, Rusça ve Arapçadan geliyor.  Bunu bilmeliyiz.
 
Kafalarda bir çözümün  oluşabilmesi  için en ince ayrıntıları bile bilmemiz  gerekiyor. Kolay şey değil bütün bunlar. İşimiz iş, iğneyle kuyu kazma  durumundayız. Bu bakımdan her türlü gelişimin en önünde yer almamız ve olayların yönlendiricisi  olmamız  gerekiyor. Aksini düşünen  kişiler, hiç heveslenmesinler, boşuna kürek çekmiş olurlar.
 
Türkiye’deki duruma daha sonra döneceğiz.
 
***
 
Rusya’da durum
 
RF Anayasası, Batı normlarına göre oldukça demokratik sayılabilir. Ama Rus yöneticiler, işlerine gelmediğinde kurallara pek aldırmazlar.  RF'deki normların, anayasa maddelerinin birçoğu esnektir, her yana çekilebilir. Bu nedenle de normlar tam uygulanmıyorlar ya da çoğunluğun çıkarına, azınlıkların zararına uygulanıyorlar. Konuya ilişkin çok şey yazdım. Merak edenler geçmiş yazılarıma bir göz atabilirler.
RF’deki yerel (federe) cumhuriyet anayasaları da öyle, lastikli ifadelerle dolu. Rusya’da 21 cumhuriyet var. RF demokrasisi, TC demokrasisi gibi ikinci sınıf bir demokrasi, ancak TC demokrasisi gelişeceğe benziyor. Bunu da bilmeliyiz. Rusya’dan örnekler sunabilirim, Adıge Cumhuriyeti Anayasası’na göre, Adıgece ve Rusça, cumhuriyetin eşit haklı ikiresmi dili.  “Öğrenci öğretim dilini -yani Rusça ya da Adıgeceyi- seçmekte özgürdür” deniyor. Peki anayasanın bu  hükmü   uygulanıyor mu? Rusça herkes için zorunlu bir eğitim dili, Adıgece ise isteğe bağlı bir seçmeli ders dili. Yani Rusçayı herkes, her bir sınıfta  okumak zorunda, ama Adıgeceyi istemeyen öğrenci okumak zorunda değil. Ayrıca Adıgece haftada tek bir ders saati olarak Rusça üzerinden okutulabiliyor, yani güdük bir dil.
Devam edelim: Adıge Cumhuriyeti’nde (AC) Adıgece, Rusça ile birlikte resmi dil, ama  AC Parlamentosu’nda bugüne değin Adıgece tek bir konuşma yapılmış mıdır ya da  yapılmasına    izin verilmiş midir? İzin verilmemiştir...
 
Denebilir ki, Adıge Cumhuriyeti’nde Adıge nüfus azınlıkta, yüzde 25, Rus nüfus ise çoğunluk; peki Adıge- Kabardey  nüfusun yüzde 57’yi aştığı Kabardey- Balkar Cumhuriyeti Parlamentosu’nda Kabardeyce ya da Balkarca konuşmaya bir kez olsun  izin verilmiş midir? Hayır.
Stalin döneminde de öyleydi, adamı Rusça dışında konuşturmazlardı, konuşmaya kalkışanın başına, Kürt milletvekil Leyla Zana ve arkadaşlarının başlarına gelenin benzeri gelirdi..
 
Üstelik cumhuriyetler, federal ya da federe anayasalara göre, birer federe devlet statüsündeler. Federe devlet, iç işlerinde bağımsız olan devlet demektir. Dil, kültür ve eğitim işleri de iç işleri kapsamındadır.
Ama Rusya’da bütün bunların, demokratik hak ve normların pek bir değeri  yoktur. Örneğin, onca yakınma ve eleştirilere , üst makamlar tarafından doğru   dürüst bir yanıt verilmiş midir?  Verilemez, çünkü eleştiriler gerçekçi ve de haklılar.
 
Rusya, azınlıklar üzerinde zamana yayılmış bir eritme (asimilasyon) politikası uyguluyor. Bununla nereye varılmak isteniyor?  Anlayamıyoruz. Bu çağdışı  Rus uygulamaları, Dağıstan’dan Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’ne değin uzanan ve gittikçe yayılan bir İslamlaşma hareketi biçiminde karşılığını buluyor. Söz konusu Kuzey Kafkasya Federal Okrugu’nda bir özerk il (Stavropol Kray) ve 6 cumhuriyet bulunuyor; bu yerdeki 9,5 milyon  nüfusun   6,5 milyonu ya da en az üçte ikisi  Müslüman. Yöre (okrug), Rusya’nın en geri kalmış ve en yoksul köşesi. Perişan bir yöre. Rus’un  eseridir bu manzara. Belki, günah çıkarma kabilinden  olabilir, Başkan Putin, Çeçenya’yı yeniden inşa ve ihya ediyor deniyor.
 
Soçi’deki olimpiyat yatırımları, zenginler için yapılması planlanan kayak pistleri, 9 milyonu aşkın  aç insanın derdine derman olur mu? Çerkes dünyasını iteleyecek biçimde tiksinti ve nefret uyandıran bir 2014 Soçi Kış Olimpiyadı’ndan Rusya ne gibi bir yarar umuyor olabilir? Bir ülke halkının kökünü o topraklardan kazı, üstelik onları yok say, ardından olimpiyat düzenle, meşaleyi de utanmasız bir biçimde  mezar kazıcı  Kazaklara taşıt. Olacak şey midir bu?..
Çerkesleri bu kadar hafife almak akıl kârı mıdır?
 
Günümüz koşullarında Rusya, baskıyla bu yerleri, Kuzey Kafkasya Okrugu'nu   elinde tutamaz. Tutabilmesi için 1864 yılının  Çerkesya politikasını yeniden canlandırması, Soçi yöresinde, Karadeniz kıyılarında ve hinterlandında uyguladığı  yöntemlere, soykırım ve toplu sürgün politikalarına  baş vurması gerekir. Bu da Soçi'deki beklentileri boşa çıkarır, orası ‘lânet’ bir yöreye dönüşebilir. Soçi'nin bir turizm ve spor yöresi olma rüyası da suya düşer. Çerkes'siz Soçi başarısızlığa mahkûmdur. Rus önce bunu kafasına sokmalı.
Soykırım ve sürgüne  1864’te  dünya gözünü yummuştu, ama şimdi göz yumamaz, izin  veremez. Bu bakımdan  Rus, gecikmeksizin  demokrasiye dönüş yapmalı ve dürüst olmalı, Çerkes halkına karşı uyguladığı anayurduna dönüş yasağını kaldırmalı ve  inkârcı politikaları terk etmelidir. Tek çıkış yolu bu olabilir, barışın ve dayanışmanın yolu böyle bulunabilir.
Çerkesler dürüsttür, dürüst olmayan taraf, sanırım Rus tarafı.
***
 
RF’de Süper Başkanlık (yeni ‘Çarlık’) sistemi yürürlükte. Başkan, parlamento dışından  hükümeti atıyor, istediğinde de azlediyor, parlamentoyu da feshedebiliyor. Başkan, yasama alanına da el atabiliyor, kararname yayınlayarak, parlamentonun çıkardığı yasaları işlevsiz hale getirebiliyor. Başkanlık kararnamesi kanun hükmünde, iyi ki anayasa hükmünde değil.
 
Rusya’nın süratle demokratikleşmesi, Başkan’ın yetkilerini kısıtlaması ve federe cumhuriyetlerin yetkilerini artırması, içişlerine gelişigüzel müdahalelere bir son verilmesi gerekiyor. Cumhuriyetlerin ciddi karar alma yetkileri olmalı. RF teknoloji ve sanayi alanında artık bir süper güç değil, ABD ya da krizi aştığında AB ile yarışamaz, Japonya’nın da gerisinde. Petrol ve doğal gaz geliri dışında ciddi  bir  geliri yok. Dışarıya beyin göçü var.
 
1 Haziran’da yürürlüğe giren son yasal değişiklikle,    yerel yöneticilerin yeniden seçimle belirlenmeleri kabul edilmiş bulunuyor. Ancak iktidardaki Birleşik Rusya Partisi (BRP) demokratik  seçimlere, özellikle muhalefetin eşit koşullarda yarışa katılmasına  izin verecek midir? İktidar olanakları, ekonomik ve bürokratik mekanizma BRP’nin  elinde. Bu nedenle, BRP isterse,  Moskovacı/ kukla bir adayı  bile seçtirebilir. Türkiye’de de öyle olmuyor mu, parti lideri istediğini seçtiremiyor mu?..
 
Böylesine baskıcı  bir ortamda ana dilinin, Çerkesçenin kurtarılabileceğine inananlar varsa beri gelsinler ve  düşüncelerini açıklasınlar.
Bizi ikna edebilirlerse, kendilerine teşekkür borçlu oluruz.
 
***
 
Türkiye’de yerel dillerin durumu
 
Türkiye’de irili ufaklı 30 kadar, belki de daha fazla dil konuşuluyor. Türkçe ve Kürtçe çoğunluğun konuştuğu ana diller.
Bu arada şunu da belirtelim. Bazılarımız Türk faşistlerinin değirmenine su taşırcasına Kürt karşıtlığını, Kürd’ü aşağılamayı, düşman olarak görmeyi  marifet  sanıyor. Hiçbir halkı, dil ve kültürü, din ve mezhep grubunu aşağılayamayız. Bunların hepsi bizim için saygıdeğerdir. Böyle şeylere, aşağılamaya  asla hakkımız olamaz. Bazı münferit olaylarla, üzücü olaylar yaşanmasıyla   toplumu bir tutamayız. Üzücü durumların ve akan kanın son bulması asıl amaçtır. Şunu da bilelim, Türkiye’deki Kürt nüfusun dengeleyici gücü  olmasaydı, Çerkesçe dahil  hiçbir dile hiçbir kırıntı hak verilmesi  söz konusu edilir miydi?
Yani dillerimizin ve demokratik haklarımızın geleceği, demokrasi güçlerinin gücüne, bir bakıma da Kürtçeye endeksli. Bunu yadsıyamayız. Rusya'da da öyle, Ukrayna bir Sovyet cumhuriyeti iken, Rus bunu dikkate almak zorunda kalıyordu.
Kürtçe de, Ukraynaca gibi, büyük bir coğrafyanın dili,  Irak’ta resmi dil, bir üniversite dili,  İran’da da tanınıyor, İran'da bir Kürdistan eyaleti bile var. Kürtçe, Türkiye’de  kendi kendini üretebilen ve baskı altında olan  ve en çok konuşulan dil. Çocukların hâlâ konuştuğu Arapça ve Zazaca gibi iki dil daha var.
 
Diğer 25 üzeri dilin hepsinin kökü kurutulmuş durumda. Hemen hiçbir çocuk artık o dillerde konuşmuyor. Konuşanlar ileri yaştaki kişiler. Bu bakımdan Türkiye  'muhteşem' bir diller mezarlığına dönüşmek üzere. Korkarım bu oluşumu, İstanbul’daki  Cellatlar Mezarlığı'nda kurulması önerilen  'Lânetliler Bahçesi'  izlemesin.
***
 
Şu durumda Kürtçe ile diğer diller arasında,  büyük bir fark var. Kürtçe yaşayan ve kendi kendisini hâlâ üretebilen bir dil. Diğer diller ise asimile olmuş ya da  ölmek üzere olan ve 40 yıldan beri kendi kendilerini üretemeyen diller. Bu gidiş sürerse 30- 40 yıl sonra bu dillerin hiçbiri kalmayacak.
 
O halde, haftada 2 saatlik seçmeli ders ile nereye varılabilir? Seçmeli ders, belki Kürtçe ve Zazaca gibi çocukların hâlâ konuştuğu diller için geçici bir  soluma olanağı olabilir. Ayrıca baskılanmış, aşağılanmış ve dil asimilasyonuna uğramış, birçoğu etnik aidiyetini yitirmiş, yozlaşmış  velilerin ana dili talebi ne düzeyde olacaktır? Bu da belirsizdir. Almanya’daki yozlaşma, olumsuz Çerkes tipi burada olsun aşılabilecek midir? Avrupa'da 10 ciddi Çerkes bir araya gelip ana dili talebinde bulunmayı başaramamıştır, böyle bir ruh oluşmamıştır. Bizde mıymıntı çok. Bir başarı için  baskıların kaldırılması ve ciddi bir devlet desteği sağlanması gerekir. Türk devlet geleneğinde, Türk olmayanlar için  böyle şeyler, destek verilmesi, görülmüş olan şeylerden midir?
 
Kürt kesimin ise, seçmeli  ders projesine, hele anayasal düzeyde  okey demesi düşünülemez. Biz de okey veremeyiz. Erdoğan'ın kararı, anayasa öncesi bir demokratik ön adım olarak değerlendirilebilir.
 
***
 
Çözüm ne olabilir?
 
Çözüm demokratik bir anayasa olabilir. Anayasa  konusunda demokratik çevrelerin, Kürtlerin ve diğer halkların mutabakatı şarttır, mutabakat sağlanabilecek midir? Uzlaşmak   zor. MHP şimdiden uzlaşmada  yokum  diyor, etnik hakları zehirli yılan imiş gibi karşılıyor. Kılıçdaroğlu’nun CHP’si ise, hayret varım diyor.
Ulusalcı/ Türkçü Baykal'ın def edilmesi isabet olmuş.
Peki, Ak Parti ve CHP nereye kadar mutabık  olacaklar? İkili mutabakat özlenen anayasayı getirebilecek mi? Asıl mesele bu. Her iki partide  de güçlü birer milliyetçi/ Türkçü damar var. Görüyoruz, bazen Erdoğan'ın bile eski Türkçü damarı kabarıyor, İslamcı yanını bastırabiliyor. BDP ve PKK hangi koşullarda okey verirler? 2009’da Habur’da barış sabote edilmişti. Kürt tarafında, en olmadık zamanda  feodal  gösteriş merakı   depreşebiliyor.
Anayasaya dönersek, şimdiki anayasada yer alan etnik tanım ve atıflara, yeni anayasada hiç  yer verilmemesi ya da hepsine tek tek yer verilmesi gerekir. Aksi takdirde barış sağlanamaz. Günümüzde etnik sorunlar savaşla değil, görüşmeler yoluyla çözülüyor. Milliyetçi ve Kemalist kesimin olumsuz tavrı sürecektir, onlar savaş yanlısı, takılmamak gerekir. Anayasada  TC vatandaşlığı ve dillerin eşitliği ilkesi (esası)  kabul edilmeli. Türkçe resmi dil olarak kalabilir ama diğer dillere de anayasal haklar tanınmalı. Bir biçimde azınlıkların demokratik istekleri karşılanmalı. Aksi takdirde, o anayasa etnik grupların, özellikle Kürt nüfusun  desteğini elde edemez.
 
Geçmişi ırkçı olan şimdiki Romanya örneğini ele alalım: Romanya’da “Yerel Kamu Yönetimi Yasası, nüfusun %20'sinin azınlıklardan oluştuğu bölgelerde azınlık dilinin resmî dil olarak kullanılmasına izin vermektedir. Yine bu bölgelere azınlık dilini bilen polisler atanmaktadır... (Romanya’daki azınlıklar, Vikipedi).
Romanya’da Macar (1,4 milyon) ve Çingene (535 bin) gibi iki büyük azınlık dışında, sayıları 61 bin (Ukraynalı) ile 1,266 arasında değişen 19 azınlık bulunuyor. Türkçe (32 bin) , Tatarca (24 bin)  ve Yunanca (6,5 bin) Dobruca’da yöresel resmi dil olarak kullanılıyor. Romen hükümeti azınlıklara maddi ve politik destek sağlıyor.
Bu bir örnek. Başka örnekleri gelecek yazımızda işlemeye çalışacağız.
(Devam edecek)
 
  Bugün 11 ziyaretçi (37 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol