
1648'de Avrupa ve Çerkesler
İlginç, dilci dostum Hatko Nuri [Ersoy] facebook’tan soruyor: “1864’te soykırıma hedef olan ve özgürlük mücadelesi veren Çerkeslere niçin hiçbir ülke yardımda bulunmadı, ‘Müslüman Dünyası’ ne diye Müslüman Çerkes’e karşı böylesine ilgisiz/ duyarsız kaldı?”... Sorunun yanıtı bizce belli, anlatacağız, ama önemli bir soru bu, yanıtını veremeyen sayısı da çok. Nuri, sorunu din temeline, din çatışmalarına mı dayandırmak istiyor? Çok yanlış olur, yok öyle birşey. Din savaşı söz konusu olsaydı, Kafkasya'daki Müslüman nüfusun (Azeri, Tatar, vb) hepsinin Rusya'ya karşı savaşa katılması, savaşın çok daha büyük boyutlu olması gerekirdi. Tarihte Hıristiyanlar arası 100 yıllık din savaşı var, Müslüman din savaşları da oldu, oluyor. Bilemiyorum. Son derece insancıl, efendi, yardımsever, paylaşmacı ve zarif bir insan olarak bildiğim Hatko Nuri, gerçekçi olmayan görüşler peşinde koşan, aslında fanatik bir dinci, bıçağını bileyen ‘gözü kara biri’ olabilir mi?
Çerkeslerin terk edilmişliği
Çerkeslere yardım konusu, usta yazar Halit Kakınç’ın “Çerkes Aşkı/ Adıge Şuleğu” romanında da ele alınıyor: 1861 yılı ve sonrası, Soçi'deki Çerkes Ulusal Meclisi[Parlamentosu] adına Çerkes temsilciler, yardım aramak üzere Avrupa’ya, İstanbul, Paris ve Londra’ya gidiyorlar. Bu bir tarihsel gerçek. Ama temsilciler hiçbir yerde muhatap alınmıyorlar, hiçbir resmi makam delegasyonu kabul etmiyor. Kimse Rusya ile varılmış olan bir anlaşmayı, barışı [Çerkesler için] bozmak istemiyor. Kırım Savaşı'nda [1853- 1856] ve ardından gelen 1856 Paris Antlaşması'nda herkes alacağını almış, Çerkesya ise kaale bile alınmamış, yani kaynayan boş kazan muamelesi görmüştü. Sayın Kakınç bu durumu, terk edilmişliği, muhatap alınmama durumunu gayet çarpıcı bir biçimde anlatıyor, gözler önüne seriyor, ancak değerlendirmesini okuyucunun takdirine bırakıyor. İyi de yapıyor, saygıdeğer, centilmence bir davranış örneği sunuyor.
Çerkes Parlamentosu delegasyonu, sadece, her üç başkentteki Polonyalı siyasi mülteciler tarafından karşılanıyor, başkaları Çerkeslerin yüzüne bile bakmıyor, delegasyon İngiltere’de Çerkes dostu eski İngiliz diplomatı David Urquhart tarafından ağırlanıyor. İstanbul'da iken, temsilciler, o sıralar İstanbul’da bulunan, 1848-1859 yılları arasında Şeyh Şamil’in Çerkesya’daki temsilcisi [naibi] olan, sonra Rus'a boyun eğen ve İstanbul'daki Rus elçiliğinden yılda bir kez yıllık maaşını alan Muhammed Emin ile de görüşüyorlar. Görüşmeyi anlatıyor Sayın Kakınç. Hemen belirtelim, Kakınç önemli kaynaklara ulaşmış, hayli araştırma yapmış. Gerçekçi. Teşekkür etmek gerekir. Romanı okumanızı öneririm.
Romanda, hemen her olayda olduğu gibi, fırsatçı Abhaz sızmalarının da boy gösterdiğini görüyorsunuz; yine de, bilgi kirliliğini hayli temizleyen, ataların özgürlük ve zarafet dolu seslerini bizlere getiren bir yapıt.
Abhaz diyorum, çünkü Adıge direnişi sırasında, söylediklerinin tam tersine Abhaz beyleri Rus safında ve Rus işbirlikçisi idiler. Hoş, Adıge beyleri de pek farklı değildiler ya.
Eşyanın tabiatı öyle.
Eleştirdiğim şey Abhaz ya da başka bir halkın kendisi değil, gerçeği değiştirme gibi küçük düşürücü davranışlarda bulunulmasıdır. Kimse kimseyi sonsuza değin aldatamaz. Birgün gerçekler tüm çıplaklığıyla su yüzüne çıkar. Bunu, gerçeği saptırmayı Oset, İnguş ve Dağıstanlı yapmıyor, ama Abhaz yapabiliyor. Üzücü ve utandırıcı birşey. Bu yüzden Abhazlara ilişkin sempatiler de azalıyor.
***
Böyle şeyleri yazmamın bir nedeni, bağışlayınız düşünce düzeyimizin bir noktada tıkanıp kalmış, ilerleyememekte olması. İçimizden artık parlak beyinler çıkmadığını söyleyebilir miyiz? Dilimizi terk etmiş olmamız, beraberinde iki dilde [Adıgece anadili ve Türkçe] düşünme ve karşılaştırma yapma, konuyu kısa yoldan kavrama avantajını da yok etmiş bulunuyor. Çoğumuz şu general, şu vali, şu genel müdür, şu bakan ‘Adıge imiş’ diye övünüp duruyoruz. Kendimizi öyleleri ile özdeşleştiriyor olmalıyız. Aç tavuk rüyasında kendisini buğday ambarında görürmüş...
Türkçede “Bana faydası olmayan kilisenin papazının canı Cehenneme” diye bir deyim var. Kendi ikbali/ çıkarı ve görevinin gereği dışında bir amacı olmayan kişiler, Arabistan'da vali olmuşlar, paşa olmuşlar diye Çerkes toplumunun artı hanesine yazılabilirler mi? Adıge soyluluğu, onuru o denli ucuz ve sıradan birşey mi olmuş? O tür insanlar için kötüdürler demiyorum. Ama bu türden insanların Çerkes’e [temelde Çerkes varlığına] pek bir faydalarının olmadığını, olamayacağını da söylemek istiyorum. 1970'lerde, Adıge asıllı eski bir TRT müdürünün hayli sayıda Çerkes gencini de işe aldırdığı görülmüştü. Çözüm olabildi mi bu? Sırp'tan Osmanlı adına yılda 6 bin değil de, varsayalım 20 bin devşirme almanın Sırp'a [Sırp varlığına] bir yararı olmuş mudur? Balığı yedirmek değil, tutmasını öğretmek önemli. Ulus açısından da tanınmak ve statü elde etmek önemli. Bunun ötesi bir Çerkes politikası değil, hemşehricilik, olsa olsa kişisel bir iyi niyet jesti olarak değerlendirilebilir, belki bir 'negatif ayrımcılık' olabilir. Negatif ayrımcılığa [bazılarına diğerleri aleyhine ayrıcalık tanıma, Rusya'da Rus'a, Türkiye'de Türk'e, diğerleri aleyhine haklar tanıma] karşı olmalıyız. Sadaka ekonomisini de savunamayız.
Başka bir örnek: 1810’larda Napolyon’la savaşmak üzere çok sayıda Çerkes, Çerkesya'dan gidip Rus birliklerine katılmıştı. Adıge asıllı bu paralı askerler konusunu da bir düşünelim. Bunların birçoğu savaşta can vermiş, bazıları da er olarak katıldığı Rus ordusunda generalliğe yükselmişti (Bkz. "Borodino’da yapılan savaşa Adıge savaşçılar da katılmışlardı”, Cherkessia.net, tarih). Bu kişiler, ayrıca gerilla taktiklerini Rus barbarlara öğretmişlerdi. İyi birşey mi yapmış olmuşlardı? Bu taktikler bir süre sonra, bumerang misali dönüp bizi vurmaya başlamamış mıydı?
Daha önce, damat, Kabardey Mariya Temrukovna'nın [1544- 1569] kocası ilk Rus çarı Korkunç İvan'ın [1530- 1584] hizmetine giren çok sayıda Kabardey soylusu/ beyi de Rus devlet yapısını sağlamlaştırma, Rusya sınırlarını genişletme, yeni topraklar ele geçirme gibi konularda Rus'a yardımcı olmuş, görev almışlardı. Bunların Adıge ulusuna bir hayırları olmuş mudur?.. Bu gibi kişiler ve olaylar Adıge tarihinin artı hanesine yazılabilir mi?..Böyle şeylerin ayırdında ve bilincinde olmalıyız. Bunlar, olsa olsa macera filmlerine konu olabilirler. Adıgelerin artı hanesine yazılmak için asgari koşul, Adıge toplumuna özgürlük getirmek, diğerleri ile eşit düzeyde bir siyasal statü kazandırmak, bu gibi konularda katkı sağlamış olmak olabilir. Örneğin, eski Sovyetler Birliği ve Yugoslavya [Sırbistan] dönemlerinde, şimdi de Rusya Federasyonu ve İsrail'de, değişik düzeylerde de olsa Çerkeslere siyasal ya da etnik birtakım haklar/ statüler tanınmıştır. Türkler ve Araplar tanımışlar mıdır? Bu tür statüler durup durduk yerde verilmez, demokrat insanların çabaları ve mücadeleleri sonucu elde edilir.
***
Kimin yanında ve kimle mücadele edileceği önemli.
Yani Rus, bir yandan, 1806- 1810'larda saldırıp Kafkasya ve Çerkesya’yı cehenneme çevirirken bizim 'akıllılarımız' da Rus’un imdadına/ yardımına koşuyorlardı. Ne için?..1806- 1812 yılları arasında Rus Çerkesya’ya saldırmış, Anapa’yı almış, Güney Kafkasya'da daİmereti Krallığı'nı ve bağlantılı beylikleri/ prenslikleri yok edip ilhak etmiş, Kafkasya'da Doğu Karadeniz kıyılarının neredeyse yarısını, 1813’te de İran’ı kovarak şimdiki Azerbaycan Cumhuriyeti topraklarının kuzeyini ele geçirmiş, kuzeyden ve güneyden Çerkesya'yı kuşatıp kıskaç içine almış, yayıldıkça yayılmış; prens ve alt kademe beyleri güçlüden yana çark edip Rus yanlılığını seçen Abhazya’yı da korumasına/ yanına almıştı. Peki, bu çelişkiyi, bize saldırana yardıma koşma olayını nasıl açıklamalı?
Devşirme, para ve şöhret durumları ile açıklamalı. Devşirmeler sadece devşirene, parayı verene, yağma yaptırana hizmet ederler; geldiği, içinden çıktığı halka değil.
Bunu ayırdetmemiz gerekir.
Çerkesya, Büyük Sahra misali başı ucu belli olmayan, sınırı belirsiz bir coğrafi bölge, bir ‘Yolgeçen Hanı’ mıydı?..Prensler/ soylular/ beyler bağımsızlıkçı mıydılar?..
Abhaz dostumuz Hayri Ersoy [ve de yandaşı K’eref Yalçın] öyle diyorlardı bir yazılarında Çerkesya için; 'Çerkesya adı bir ülke adı değil, bir kabileler coğrafyasının adıdır' diye. Adıgeler ile Sahra'nın göçebe Tuareglerini karıştırmış olmalıydılar. Sanırım ülke, onlara göre, bağımsız Çerkesya değil, Rus’a [daha önce de İmereti Krallığı ile Osmanlı İmparatorluğu’na] bağlı olan Abhazya olmalıydı. Küçücük bir feodal yöre, bir beylik, [1858'de tahmini nüfusu 94 bin imiş] bir prenslik, şişirilerek koca Çerkesya'nın üzerine mi çıkarılmak isteniyordu, ne? Abhaz yandaşı Av. Sefer Berzeg dostumuz da, “Abhazya’daki Rus varlığı Sohum ve çevresi ile sınırlıydı” diyordu, ama Hayri Ersoy gibi, direkt olarak, ‘Abhazya bağımsızdı, bir krallıktı’ diyor muydu? Bilemiyorum. Bulanık ifadelerle yetiniyor, sözün kısası ‘Abhazya’nın çoğu yöresi, 1864 yılı öncesinde Rus idaresinde değildi', yani 'bağımsızdı‘ demeye getiriyordu. Dürüst bir tutum olabilir mi bu? Durum gerçekten öyle miydi? Sadece Sohum’daki Abhaz prensi mi Rus’a boyun eğmişti? Ya diğerleri, daha alt statüdeki beyler?..Prens dışında, maiyetindeki [prense 'bağlı olmayan soylular' ya da bir idari boşluk mu varmış?] Abhaz soyluları/ beyler / marşanlar, Rus tarafından resmen tanınan sınıfsal statülerini, ayrıcalıklarını bir yana atıp direnişteki Adıgelere mi katılmışlardı, bağımsızlık savaşı mı veriyorlardı, bu beylerin o denli soylu, insan onurunu yüceltici özellikleri mi varmış? Biz mi tarihi bilmiyoruz? Öyle şeyleri tarih, sosyal sınıf ve toplumbilimi bilinci olmayanlara anlatsalar, neyse.
***
Çıkar alanları
Abhazya'da ya da diğer işgal ve ilhak ettiği her yerde bey (pşı/ aristokrasi) statüsünü, sınıfsal üst kimlik, siyasal ayrıcalık, toprak ve köle sahipliği hakkını tanıyan ve devletçe koruma altına alan, garanti sağlayan, mülküne/ toprağına resmi tapu veren, bütün bunları/ soylu haklarını devlet güvencesine bağlayan, kendisininkinin tıpkısı olan bir Rus devlet sistemini [Rusya feodal hukuk sistemine dayanan bir devletti], Abhaz beyi ne diye itelesin ki, elindeki ekmeği/ ayrıcalığı, çıkarını yoksul Adıge köylüsü için feda eder miydi hiç? Abhaz beyi niçin Rus ile savaşsındı ki? Adamlar aptal değiller ya? Hiçbir Kafkasyalı bey, sınıfsal temelde Rus feodal [bey] sistemine karşı değildi. Rus yayılması da, bu nedenle zor olmadı, sanılanın tam aksine çok kolay oldu; Rus, adeta bir çırpıda Osmanlı ve İran imparatorluklarını kovup Kafkasya'yı boş bir arazi imiş gibi, küçücük kuvvetlerle ele geçirdi (bkz.Allen ve Muratoff'un Gözüyle: “Kafkasya ve Kafkasyalılar” - 3, Cherkessia.net, tarih). Sorun devletler arası savaşlar sonucu, devletler arası barış anlaşmaları ile çözüldüğünden, feodal yörelerde yerel halkın direnişi gibi ciddi olaylarla -pek- karşılaşılmıyor, yönetim sadece el değiştirmiş oluyordu. Çünkü yerel halklar 'yoktular', halkın/ köylünün [fekoŁ'un) beyi/ efendisi vardı, köy beyi (pşı) ne derse o oluyordu. Yerel bey de Rus'la uzlaşıyordu. Kafkasya'dan sonra Rus, Orta Asyalara, Ortaçağ hayatı sürdüren yörelere doğru yayıldı. Ta ki, karşısına İngiliz kırmızı çizgileri (çıkar alanları) çıkana değin. Maalesef Kafkasya İngiliz kırmızı çizgileri dışında idi, İngiliz açısından stratejik bir coğrafya değildi, yani işgal edilecek olsa bile Kafkasya'yı elde bulundurmak İngiliz ve batılı açısından daha zor olacaktı. İstanbul ve Çanakkale Boğazları dışında açık denizlere ulaşım yolu yoktu. Kırmızı çizgi içinde bulunan, yani İngiliz için stratejik önemde olan yerler, doğudan batıya Hindistan, Afganistan, İran ve Osmanlı İmparatorluğu toprakları idi.
Bu sonuncu yerler İngiliz çıkar alanları idiler, Hazar Denizi ile Karadeniz'in kuzeyi ve de Kafkasya Rus çıkar alanını oluşturuyordu. Karadeniz'in doğusu, 1853- 1856 Kırım Savaşı sonunda kesin olarak Rus'a terk edildi, ama Karadeniz'in batısındaki Osmanlı toprakları, yani Balkanlar Rus yayılmasına karşı koruma altına alındı, Rus Balkanlar'dan uzak tutuldu. Savaş süresince Osmanlı- Rus sınırını, Rus yayılmalarına karşı koruma görevini, tarafsız ülke statüsüyle Avusturya üstlendi. Balkan uluslarına, Kırım Savaşı'ndan sonra birer birer ülke olmaları/ ulus devletlerini kurmaları olanağı sağlanarak Rusya Balkanlar'dan uzak tutulmuş olacaktı.
Aynı şey Kafkasya için yapılamadı, çünkü -Çerkesya ve Şamil yönetimi dışında- Kafkasya'daki uluslar, Rus yönetiminden şikâyetçi değildiler; Kırım Savaşı sırasında da Müttefikleri [İngiliz ve Fransızları, vb] değil, Rus'u desteklemişlerdi. Kafkas toplumları Balkan ulusları gibi bilinçli ve milliyetçi uyanışlar, bir aydınlanma süreci içinde değildiler. Bu geri/ feodal yapıdan yararlanan Rus, savaşlarda yerlilerden milis birlikler oluşturabiliyordu. Çoğu kişi bu gibi durumları görmezlikten geliyor, hoşa gidici/ nabza göre şerbet tipi [bilimsel değeri olmayan] yazılar yazabiliyor. Okuyucu övgüye pirim verdikçe [eleştiri yoksa] bu böyle devam edecek, havanda su dövülecektir...
Rus, istilâlar sürecinde yerel beylerden, halktan - ciddi- tepki görmedi, sadece kof Osmanlı ve İran devletleri/ orduları ile çarpışmıştır diyebiliriz. Rus, 'güvenilir' aracılar göndererek Türkiye ve İran'a bağlı yerel beyler, kabile ve aşiret reisleri ile bire bir ilişkiler kuruyor, görüşüyor ve anlaşmalar yapıyordu. Örneklerini yeri geldiğinde vereceğiz. Bir tek, 1796'da bey egemenliğini tasfiye eden Çerkesya ile Kuzeydoğu Kafkasya'da, Şamil döneminde [1834- 1859] feodal zincirlerinden/ beye bağımlılıktan kurtulan ve bir yönüyle özgürleşen Çeçen ve Dağıstanlı köylüler de, Adıge köylüler gibi istilâya tepki gösterdiler, direnişe katıldılar. Kafkasya'da bu iki yöre birer istisnadır. Çoğunluk, diğer yerler ise [feodal bey yöreleri], Rus yayılmalarına ses çıkarmadı...
Gerçekler böyle.
Kabardey'de özgürlük arayışları, feodalizm ve dönüşümler süreci
Daha önce, 1739 Belgrad Antlaşması'na göre, merkezî Kafkasya'daki Kabardey yörelerine [Büyük Kabardey, Küçük Kabardey], Osmanlı Devleti ile Rusya arasında tarafsız [bağımsız] bölge statüleri verilmişti [1739- 1774]. Rus üst yönetiminin/ himayenin sona erdiği 35 yıllık bu dönemde [1739- 1774], 1750 ve 1760'larda, Kabardey'de, zulme karşı,Mamsırıko Dameley, Kip Kalebek, Bıço Merem [Быщ1э Мерэм], Pşığotıj Mus ve daha başkaları önderliğinde antifeodal köylü ayaklanmaları başlamış, bazıları başarı kazanmış, özgürleşen köylüler Şapsığ'daki gibi, beye bağlı olmayan serbest köy toplulukları, özgür yöreler oluşturmuş; bey sınıfına üst üste darbeler indirilmişti. Beyler 1739 Belgrad Antlaşması gereği Rus'tan askeri destek alamadıkları, yalnız kaldıkları için ayaklanmaları tam bir kontrol altına alamamış ve zor durumlara düşmüşlerdi [1739 yılı öncesinde var olan ve bey üstünlüğünü koruyan ve güvence altına almış olan Rus koruma kalkanı ortadan kalkmıştı]. Bu ve benzeri 'kötü' örnekler feodal beyleri fena halde ürkütmüş, sınıf çıkarı beyleri yeniden Rus desteğini aramaya itmişti [Sonraları beyler, 1846'da Kabardey'e kadar gelen ve batıdaki Adıgelerle birleşmeyi, ortak bir cephe kurmayı amaçlamış olan Şamil'i değil, Rus'u destekleyeceklerdi]. Kabardey Büyük Prensi Kaytoko Aslanbek'in (ölm. 1746) danışmanı Kazanoko Jebağı'nın ölümünden (1750) sonra, zulme karşı ayaklanmalar nedeniyle, beyler toplumu yönetemez olmuşlardı ve sonunda Kabardey kargaşa içine düştü. Bu da beyleri Rus'a iyice yanaştırdı. Çünkü Rus çıkarı ile bey çıkarı örtüşüyordu; o koşullarda Rus, beyin koruyucusu, jandarması pozisyonunda idi. Bu konuda hamaset içerikli, feodal düzeni yüceltici yazılar yazılabiliyor, ancak bunlar işin övünme payları olabilir. Hamasete değil, maddi gerçeğe bakmak gerekir. Bu gibi durumlardan, daha sonra daha genişliğince söz edeceğiz.
Zavallı Adıge fekoŁı/ özgür köylüsü gibi saf, özgürlük peşinde koşan, özü sözü bir birileri miydi ki Abhaz derebeyleri ve diğer derebeyleri [Gürcü, Ermeni, Azeri, Yahudi, Oset, Dağıstanlı, Adıge, vs derebeyler de]? Her birinin kafasında tilkiler cirit atıyor olmalıydı. O koşullarda, devrim koşullarında derebeylerinin bağımsızlığı savunma gibi bir dertleri olabilir miydi? Onlar için intihar olurdu bu. O sıralar, derebeyliği (feodalizm) ve kölelik düzeni tüm yeryüzünde çatırdıyor, ömrünü tamamlıyor, yıkılıyordu. Üstelik, Adıgelerdeki derebeyliğin boyutu bölge değil, tek köy [bilemediniz iki üç ya da birkaç köy] düzeyindeydi, köyler miras olarak kardeşler arasında bölüşüldüğünden arazi büyümesi olamıyordu. Sözgelişi Büyük Kabardey'de 4 büyük bey ailesininin herbirine bağlı bir sürü alt beylik vardı, yani Adıge feodalizmi, batılı değil, doğulu özellikte [Moğol tipi] olup miras taksimi/ bölünme nedeniyle büyüyemiyordu. Bu gibi nedenlerle çok zayıftı. Bu bakımdan Adıge ya da Kafkas feodalizmi dış desteksiz, bir krallık desteği olmaksızın yaşayamaz özellikteydi.
***
Batıdaki Kuban yöresinde/ Özgür Çerkesya'da Bjeduğ ve diğer kabile beylerine karşı yapılan köylü ayaklanmalarına özgür Şapsığlar ve Abzahlar destek veriyorlardı. Bu da, Çerkesya'da geleneksel bir antifeodal mücadelenin bulunduğunu, feodal olmayan yörelerin feodal bölgeler köylülerine destek verdiğini, 18. yüzyıl sonlarında beylerin yeterli bir dış destek alamadıklarını gösteriyor. Çünkü orası/ Çerkesya bağımsızdı, Rus'un Kuban'ın güneyine inmesi/ bey yanlısı olarak Çerkeslere saldırması, bir ülkenin içişlerine karışma, Osmanlı Devleti ve uluslararası diplomasi açısından bir sınır ihlâli anlamında olacaktı. Rus'un eli kolu bağlıydı.
Kabardey'de ise durum farklıydı, Kuban'dakinin tam tersi bir durum vardı. Kabardey 1774'ten beri resmen Rusya'nın bir parçası olmuştu. Kabardey'de uluslararası hukuk Rus'dan ve derebeyinden yanaydı. Kabardey'de beyler dış destek [Rus desteği] alırken köylüler desteksiz/ yalnız/ kuşatılmış durumda kalmışlardı. Kuban'daki durum ve gelişme, çok özel ve istisnai bir durumdu, ender tarihsel fırsatlardan biriydi [Rus, kendi sistemine aykırı düşen bu istisnai varlığı, 1770'lerde Kabardey'de yaptığı gibi, 1864'te yok edecekti]. Sonuç olarak, Kuban'da/ Çerkesya'da köylü devrimi başarıya ulaşırken Kabardey'de bastırılmış, 1760'larda oluşmuş olan özgür yöreler dağıtılmış, yeni oluşmuş serbest köyler de Rus destekli bey çeteleri tarafından ateşe verilip yakılmış, kaçmayı başaranlar Özgür Çerkesya'ya sığınmış, diğerleri ise yeniden feodal hakimiyet altına alınmıştı. Yani bey (pşı) ve efendisi Rus, 'tapulu arsalarında' 'gecekondu' inşa edilmesine izin vermemişti.
Kabardey'deki bu oluşumların yeterince yazılmış/ açıklanmış olduğu kanısında değilim. Edebiyata yansıma olarak da, Adıge/ Kabardey şair Şevgentsuk Ali'nin "Kambot ile Latse" [Kambotre Latsere] manzum romanı, Adıge halk ozanı Tevçoj Tsığo'nun "Pşı- Verk Savaşı" [Pşı- verk zav] adlı destanı, şair ve yazar Meşbaş`e İshak'ın "Bzıyko Savaşı"[Bzıyko zav] romanı konu ile ilgili başlıca yapıtlardandır.
***
18- 19. yüzyıllarda Avrupa'da eşitlik yönlü, kapitalist (burjuva) topluma doğru evrilen bir dönüşüm süreci yaşanıyordu, o koşullarda kral ve beyler, ulusa ve ulusun çıkarlarına 'öncelik verecek durumda' değildiler. Daha önceleri, yani Ortaçağ'da feodalizmin alternatifi yoktu, feodalizm sağlam ve yerleşmiş bir düzendi. Şimdi ise, alternatif/ seçenek vardı. 1789 Fransız devrimi, hemen öncesinde ABD'nin kurulması ve 1796 Adıge devriminden beri, feodal düzenin karşısına alternatif olarak burjuva demokratik düzeni çıkmıştı [Adıge demokrasisi, burjuva sınıfı gelişmemiş olduğundan bir köylü/ halk demokrasisi biçiminde kalmıştır; kişi değil kollektif/ meclis hükümeti benzeri bir yönetim söz konusuydu]. Batılı ülkeler soyluları (aristokrasi) açısından "Gemisini kurtaran kaptan" dönemi yaşanıyordu ve özgürlüklere açılan bir gelecek gözükmüştü. Derebeyi, o koşullarda kendisini, statüsünü/ hanedanını kurtarmanın derdindeydi.
Şeyh Şamil ve Adıgeler
1789 burjuva devrimi sonucu Fransa'da kral ve kraliçenin kafaları kesilmişti. Kafkaslardaki derebeyini dışarısı [Rus] değil, içerisi [sömürdüğü ve baskı altında tuttuğu kendi köylüleri, köleleri] tehdit ediyordu. Derebeyinin (pşı) bağımsızlığı savunması ya da savaşa karar vermesi, istisnai durumlarda, kendi sistemi tehdit ediliyorsa, sınıf çıkarı gerektiriyorsa ve son çare ise söz konusu olur. Bu yüzden derebeyleri, sistem olarak derebeyliğini tasfiye eden ve Rus'la savaşan Şamil'e de düşman olmuşlardı. Şamil ve Adıge oluşumu; Rus ve derebeyleri tarafından istenmeyen ve sakıncalı olan birer örnek idi. Sistemine yönelik bir tehlike varsa, derebeyi acımasız olur. Derebeylerine karşı çıkmış olmakla Şamil çağdaş aydınlanmanın bir insanı olabilir miydi? Olamazdı, çünkü Şamil'in dünyası özgür düşünceye kapalıydı; Şamil'in dogmaları [saplantıları] vardı, özgür düşünce denen şeylerin yabancısıydı. Yine de Şamil, Rus'a karşı yürütülen savaşa/ Müridizme karşı çıktıkları için derebeylerini topraklarından kovuyor, toprağı ve gelirini tarikat yönetimine/ denetimine devrediyor ve şer'i yönetimin denetiminde geliri köylü ile bölüşüyordu. Buna, olsa olsa bir yarım devrim diyebiliriz. Çünkü Şamil, feodal bağımlılığın yerine, Çerkesya'daki gibi özgürlükleri, eşitlik ve demokrasiyi değil, bir başka feodal sistem biçimi olan ekonomik ve dinî bağımlılığı, Şeyhlik/ tarikat, şer'i devlet kurumunu, çok sert bir baskıcı düzeni getirmişti. İngiliz askeri tarih yazarı W. E. D. Allen, Şamil'in kurduğu bu dinî/ şer'i toplum düzeni için, "bir tür ilkel komünizm" ifadesini kullanıyor. Toprak ve toplum dinî kurumların yönetim ya da denetimine verilmişti, topraktaki gelirin bir bölümü alınıyor, bir bölümü de köylüye bırakılıyordu [Daha sonraları, Sovyetler'deki Stalin'in kolhoz sisteminde olduğu gibi]. Sistemin tepesinde de Baş İmam/ Şeyh olarak Şamil bulunuyordu. Şamil hem dinî, hem askerî, hem de idarî yönetimin başıydı. Şamil'in baskıcı/ teokratik yönetimi ile demokratik ve özgürlükçü Adıge yönetimi [toplum düzeni] farklıydı, söz gelişi özgür Adıge köylüsünün gelirine el koyan birileri yoktu, bu bakımdan bu ikisi, Adıge ile Şamil’inki birbiriyle karıştırılmamalıdır.
Şamil, feodal bağlardan tam kurtulamadığı için, sonunda, zoru gördüğünde Rus ile uzlaşmış, teslim olmuş, Rus tarafından yıllık maaş ve tahsisata bağlanmış, özgür ve demokratik Adıge ise son noktaya değin özgür bir yaşam için çarpışmıştır.
Şamil kendi sistemini/ dinî ve askeri kurumlarını, naipleri/ temsilcileri aracılığıyla bağımsız Çerkesya'ya da ihraç etmişti. Teokratik sisteme dağlık arazide, dağ vadilerinde yaşayan ve ekonomik anlamda daha yoksul olan Abzahlar destek vermişlerse de, daha varlıklı ve kalabalık olan Şapsığlar ve diğer kabileler Şamil'in adamı Naib Muhammed Emin'i [1848- 1859] bölgelerine sokmamış, Naib'in basit nedenlerle ölüm cezaları verebilen şeriat mahkemelerini insafsız bulmuş, mahkeme binalarını da ateşe vermişlerdir. Şapsığlar teokratik düzene karşı çıkarken, Abzah'ın tam tersine şer'i düzene sahip çıkmasını nasıl açıklamalı? ..Bütün bunları görmezden gelebilir miyiz? Kimse bize tarih diye masal anlatmaya kalkışmasın...
Herşeyin bir nedeni vardır. Nedenleri bilmeden halkımızın geçmişini öğrenemeyiz, geleceğini de planlayamayız.
Derebeyi ne zaman savaşır?..
Gelen düşman seni/ derebeyini toprağından kovacak, öldürecek ya da malını, kadınını yağmalayacak, gasp edecek, [Ortaçağ fetihleri, yağma ve krallar arası savaşlar, ya kazan ya öl döneminde olduğu gibi], yasa ve kural tanımaz ise, işte o gibi durumlarda bey direnir, savaşır, çünkü çıkarı savaşmasını gerektirir, savaşı kazanırsa ayakta kalır, canını kurtarır. Ortaçağ'da feodalizmin alternatifi [burjuva eşitliği tehlikesi] yoktu, Yakın Çağ'da ise var. Bu nedenle statükoyu, sınıf çıkarını koruma sorunu, önceliği aldı. Yeni durumda derebeyi, herşeyi kaybetmemek [burjuva devrimi olmaması] için bağımsızlığı ikinci plana iter, arayış ve uzlaşma yoluna gider, yani sınıf çıkarı ile bağımsızlık karşı karşıya geldiğinde, sınıf çıkarı üste çıkar. Ayrıca feodal bey (pşı) kural olarak, genellikle daha üst bir güce [bir dış güce ya da krala] bağlıdır, yani bağımsız değildir. Dolayısıyla bir üst güce dayanma ve boyun eğme eğilimi zaten eşyanın tabiatında vardır.
İstilâların farklı yanları ve reformlar
İstilâcı Rus, boyun eğecek olan yerli derebeyinin ayrıcalıklarını yok etmeye, beyleri Ortaçağ'daki gibi öldürmeye, mülkünü, kadınlarını yağmalamaya, elinden almaya değil, sarsılmakta olan gerici feodal düzenini payandalar, direkler koyarak sağlamlaştırmaya, bu yolla sistemin çökmesini önlemeye, ele geçirdiği yeni yerleri kendi sistemine entegre ederek büyümeye, büyüyerek ayakta kalmaya, daha da güçlenerek ömrünü uzatmaya geliyordu. Sömürülen köylüler adına beylik düzenini (pşığo/ feodalizmi) yıkıp özgürlük getirmeye gelmiyordu. Yayılma yoluyla imparatorluk ve sistem daha da güçlenecek, böylece ayakta kalacak; devlet eliyle, taht yanında, Rusya'daki feodal prenslerin, beylerin, sömürücü sınıf ve zümrelerin, kilise ve dinî kurumların - imamların da- çıkarları koruma altına alınmış, vergi gelirleri artmış, yeni kaynaklar elde edilmiş olacaktı, yani feodal devlet genişleyip büyüyecek, ömrünü uzatacaktı [Denklemde soylu olmayanlara, toprak kölelerine/ serflere yer yoktu]. Ortaçağ'daki ile şimdiki sömürge (burjuva) çağındaki fark buydu. Bu her yerde aynı olmuyordu. Örneğin, toprağın geniş, verimli olduğu, yerel halkın itaat altına alınması sorunlu olan yerlerde toprak gaspı, müsadere, yerli halkları kitlesel halde öldürme ya da topraklarından sürme, ardından planlı bir kolonizasyon [Rus ve Avrupalı kolonizasyonu] yapılabiliyor; Rus nüfusu, ABD'de Avrupalı nüfus devlet eliyle, toprak verilerek işgal edilen yerlere yerleştiriliyordu. Çok daha sonraları Türkler [Ermeni ve Rumlara yönelik] ve Ruslar da [Sovyetler] aynı ırkçı/ kolonyalist politikaları uyguladılar.
Kolonizasyona hedef olan yerler arasında bağımsız Çerkesya ile bağımlı Kırım, Sibirya, Orta Asya ve Kabardey gibi yöreler de bulunuyordu. Rus Çerkesya'da, son bağımsız Adıge topakları tamamını [Kuzeyde Kuban'dan güneyde Bzıb Irmağına kadar Karadeniz kıyıları ve art ülkesi/ Abzah] kapsamak üzere, kitlesel öldürme ve denizaşırı bir ülkeye toplu sürgün (deportasyon) politikalarını uygulamıştır. Bütün bunlar soykırım ve insanlığa karşı işlenmiş suçlar kapsamına giriyor. Daha başka soykırım uygulamaları da var.
Ortaçağ'dakinin, belirttiğimiz üzere, bir sistem sorunu/ alternatifi yoktu, şimdikinin [18 ve 19. yy’lardakinin] bir burjuva alternatifi vardı.
Sonunda, Rusya'da sistem, artan iç ve dış muhalefet sonucu, ödün verdi, 1861'de bir demokratik reform yasası yayınlandı, yasa, bir takvime bağlı ve kademeli olarak uygulanacaktı, böylece feodal sistem reforma, yani kapitalist [burjuva] toplum düzenine doğru bir dönüşüm süreci içine girdi. Ancak, hukuksal reforma [hukukî eşitliğe] karşın, temeldeki değişiklik kısıtlı tutuldu, ekonominin temeli olan toprak mülkiyetine dokunulmadı, toprak eski feodal prens ve beylerin mülkiyetinde kaldı. Bir toprak reformu yapılmadığı, yani köylüye toprak verilmediği için, ekonomi alanında adalet/ eşitlik sağlanmadı, milyonlarca köylü beylerin topraklarında ırgat ya da işsiz köylüler konumuna [yoksulluğa] düştü, sefil kitleler belirdi. Rusya'daki reform yarım ve eksik kaldığından, bu durum 1917 Ekim devrimine giden yolun belirleyici etkenlerinden biri oldu. Ekim devriminin önderiLenin, köylüye toprak sözü verdi, sözünü tuttu ve milyonlarca köylü de devrimi destekledi. Ancak Lenin'in ardılı Stalin, 1928'de kolhozlar [köy kollektif tarım kooperatifleri] kurdurarak, Lenin'in köylüye dağıttığı toprağı geri aldı.
***
Amerikan ve Rus sistemleri, Adıge devrimi
ABD'de ise, özgürleşen kölelere [Afrikalı nüfusa], tıpkı Rusya'daki gibi toprak verilmedi, ayrıca Kızılderili topraklarını yağmalama/ katliamlar sürecinde gaspedilen ve Avrupalı göçmenlere dağıtılan topraktan, Siyahî nüfus yararlandırılmadı. Siyahî nüfus, bölüşüm, denklem dışı tutulmuştu. Sonuç olarak, ABD'de ırkçılık ve ikinci sınıf bir nüfus/ vatandaş sorunu ortaya çıktı, bu da, yüz yıl sürecek olan yeni bir ırk ve ekonomik ayırıma (baskı ve sömürüye) karşı eşitlik içerikli mücadelelere yol açacaktı [1860'lardan 1960'lara]. Ancak ABD yavaş yavaş da olsa, bir dönüşüm süreci içine girdi. Rusya ise, modern bir sanayi toplumu olamadığı için, evrim yoluyla dönüşemeyecek ve 1917'de yıkılacak, yerini eşitlik temeline dayalı Sovyet sistemi alacak, o da, Lenin'den sonra Rus milliyetçiliğinin/ ırkçılığın hortlaması, Rus'u üstün tutma [ağabey ulus şovenizmi] ve köylüyü sömürme (kolhoz) politikalarına, yozlaşmaya sapması sonucu çökecek, ABD ise hegemonya kurarak ve büyük bir sermaye ve teknoloji birikimi yaratarak, iç dönüşüm yoluyla sorunu aşacak, uluslararası sermaye içindeki gücü/ ağırlığı ile de varlığını pekiştirecekti. Ancak ABD hegemonyası, 1970'lerden beri, AB, petro- dolara dayalı bankacılık sektörü, Çin ve Hindistan rekabeti karşısında eski gücünü kaybetmiş bulunuyor. Herşeyi zaman ve mekâna göre değerlendirmek gerekir.
Bir sınıfın kendi sınıfına, kendi çıkarına ihanet ettiği, kendi kendisini bilerek yok ettiği gibi oluşumlar tarihte görülmemiştir. Adıge ise, sömürücü, özgürlük karşıtı ve istilâcı Rus'tan yana olduğu, çıkarı fekoŁ [фэкъол1] çıkarı ile değil, Rus'unki ile örtüştüğü, zulmü ve baskıyı temsil ettiği için derebeyi (pşı) sınıfını/ egemenliğini, daha işin başında 1796'larda [belki de 1750- 1760'lardaki Kabardey, 1776 Amerikan bağımsızlık bildirgesi ve 1789 Fransız devrimi örnekleri etkisinde kalarak] tasfiye etmiş, egemenliği fekoŁ meclislerine [xase'lere, halka] devretmiştir. Ancak büyük kabile Şapsığların ve benzerlerinin kadim özgür köy sistemlerinin/ bir arkaik demokrasisinin bulunduğu da unutulmamalıdır. Adıgeler adalete/ eşitliğe dayalı çok ileri ve ders çıkarılacak bir demokratik adım atmışlardı, ancak savaşlar ve sürgün sonucu devrimlerini geliştirme, ilerletme ve modernleştirme olanağını elde edememişlerdir.
Bu gibi konulara, yazının devamında daha genişliğince değineceğim. Çünkü bizde bey sınıfını soylu özellikler [soylu, kutsal kan] taşıyan üstün bir sınıfmış gibi gören kişiler hâlâ var, günümüzdeki kalıntıları en çok da Abhazlar ve Kabardeyler arasında görülüyor. İstisnalar kaideyi bozmaz, elbette iyi beyler de görülmüş olabilir. Biz sistemden, sınıftan söz ediyoruz. Derebeyi soylu değil sömürücü/ despotik bir sınıftı. Öncelikle şunu da belirtelim: 'Pşı' (bey) ayrı, 'Verk' (work) ayrı, FekoŁ [фэкъол1] ayrıdır. Pşı sınıfı yalakası olmayan, özgürlükleri savunmuş olan verk ve fekoŁ başımızın tacıdır.
Cıne Vıc [Cıne Vıg, Şeytan Dansı]
Rahmetli Ömer Büyüka, Soçi’deki 1861 Çerkes Ulusal Meclisi’ni, Hayri Ersoy’un, matah bir şeymiş gibi, “O, Rus ordusunda bir generaldi” diye övdüğü, Abhaz yazarı Mahinur Tuna'nın da "O, bir Abhaz kralıydı" diye göklere çıkardığı Şervaşidze ailesinden son Abhaz prensine [namı diğer 'Hamit Bey'e] kurduruyor, yani “Körler sağırlar birbirini ağırlar” misali ‘al gülüm ver gülüm, keten helva’ oyunu oynanıyordu. Dahası Batıray Özbek [Yedıcıko] dostumuz da, bir köşesinden koroya [cıne vıc’a] katılıyor, “Çerkeslerle savaşan Rus ordusundaki Abhaz askerler çarpışmalarda Çerkeslere değil havaya ateş ediyorlardı”biçiminde yaveler döktürüyor, Hayri Ersoy dostumuz da, ‘Rus ordusundaki Abhaz askerler Çerkeslerin üzerine sevkedilmiyor, başka yerlerde görevlendiriliyorlardı’ diyerek 'düzeltme yapma' gereğini duyuyordu. Aslında Abhaz asker başka cepheye değil, doğrudan doğruya Adıgelerin üzerine gönderiliyordu. Anlayacağınız, tam bir ‘cıne vıc/ şeytan dansı’ oynanıyordu... Böyle bir anlayışı kabul etmemiz beklenebilir mi?
Bütün bunlar bize birşeyi öğretiyor, meydanı boş bırakmamak gerektiğini. Meydanı boş bırakırsan başkaları doldurur, meydanda cinler tepişir. Bu bir fizik kanunu.
Başımıza geleni de buydu.
Çerkesya gibi direnmiş kaç ülke var?..

1817- 1864 arası Çerkes- Rus Savaşı'nın son perdesinde Özgür Çerkesya ve merasim töreni için 4 Rus birliğinin 4 ayrı yerden gelerek Atkuac Köyü Kbaada Yaylasında toplanması (eski takvim- 21 Mayıs 1864; günümüz takvimi ile 2 Haziran 1864)
Esasa dönelim, Çerkesya, kuşkusuz sahipsiz bir toprak parçası, boş bir arsa değildi, sahibi vardı- Adıgeler.
Rus niye Kuban’ın güneyine inemiyor ya da Bzıb Irmağının kuzeyine geçemiyordu? Kim durduruyordu Rus’u? Çöl şeytanları ya da ırmak perileri, cinleri mi? Çerkesya'nın kuzeyinden güneyinden koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nu kovan, Çerkesya sınırlarından uzaklara, denizaşırı yerlere savuran, İran İmparatorluğu'nu Kafkasya'dan atıp Hazar Denizi'nin güneyine iten, koca Kırım Hanlığı'nı yutan, Çerkesya’nın tamamını kuşatma ve abluka altına alan Rus gücü, ne diye ‘bu sahipsiz toprağa’, Adıge ülkesine giremiyor, adım atamıyordu? 'Sahipsiz' Çerkesya, nasıl olmuş da, silâhsız ve bir başına, dış bir yardım almadan 35 yıl, 1829'dan 1864'e değin direnebilmişti...Çünkü o toprakları, ülke sınırlarını yanar döner kişiler değil, sağlam, korkusuz muhafızlar koruyorlardı. Çerkesya işte öyle bir ülkeydi. Çerkesya'da sivil halkın topyekün direndiği, haini ve işbirlikçisi nadir olan bir ülkeydi. Rus generaline övgü yapılan bir ülke değildi.
1829 yılı sonrasında Rus, niçin 35 yıl boyunca, Çerkes’i yenmek için saldırıp durmuş, sonunda 400 bin askerini Çerkesya sınırına yığma zorunluğu duymuştu? Hiçbir imparatorluk, tüm yeryüzünde, Çerkeslere gelinceye değin, o denli yüksek sayıda bir askeri yığınak yapmış mıydı? Niye bu yığınağı yığma gereğini duymuştu?.. Hayri Ersoy ve Yalçın K’eref’in iddia ettikleri gibi Çerkesya soyut bir coğrafi bölge olsaydı Rusya milyarları dökmeyi, o denli zayiatı ve zahmeti göze alır mıydı?..
Gençlerimiz bu tür Adıge karşıtı, milliyetçi, tek yanlı, daha doğrusu gerçeği değiştirici, saptırıcı, kaos ve bilgi kirliliği yaratıcı görüşler [ideolojik saldırılar] karşısında, bilgisizlik nedeniyle savunmasız konumda idiler. Bereket, şimdilerde, iletişimdeki gelişmeler sonucu daha iyi bir konumdayız. Ancak istediğimiz düzeye gelebilmiş de değiliz.
Kürt genci, İslamcı genç bilgili, bilinçli, Çerkes genci ise maalesef, bomboş, ucuza alınmakta, satılmakta ve devşirilmekte…
Bu iki kesim [Kürt ve İslamcı kesim] bilgili, bilinçli durumda, parayı ya da onu elde etmenin yolunu bulmuş... Neyin ne olduğunu biliyor, olaylara duyarlı, olaylara yön veriyor, hedefe nasıl ve hangi basamaklardan geçilerek ulaşılacağını biliyor. Arı gibi vızır vızır çalışıyor. Geleceğe umutla bakıyor. Maalesef biz öyle değiliz. Statik, kötü sisteme entegre, daha doğrusu ezik, ruhen asimile olmuş, yılgın, çökük, gelecek umudu sarsılmış durumdayız. İşe yarayanlarımız, genellikle devşiriliyor, aramızdan çekilip alınıyor. Devşirilmişimiz çok. Çok sayıda Adıge kökenli vali, emniyet müdürü, genel müdür, general, yargıç, avukat, prof, müftü, yazar, sanatçı, vs miz var diye övünüp duruyoruz. Acaba bu gibi kişiler bizim için, ulusumuz için mi çalışıyorlar yoksa bizi öğüten sistemin dişlileri mi olmuşlar? O tür kişiler Laz, Gürcü, Boşnak, Kürt ve diğerleri arasında da var. Ama onlar bu tür şeylerle övünmüyorlar. Övünülecek şeyler miymiş böyle şeyler? Bu gibi kişiler hangi ulusun elemanları oluyorlar, kendi etnik halklarının mı? “Fabrikada tütün sarar kendi içer gibi” diyen bir Türk türküsü var, öylesine bir durum bu da. Bu gibi kişiler Adıgelerin, Adıge ulusunun artı hanesine yazılabilirler mi? Suriye ve Ürdün’de de durum aynı. Ürdün'de kralın yakın korumaları Adıge imiş, maaş da alıyorlar, deniyor. Elbette maaş alacaklar, ağaların kâhya ve bekçileri olur. Bundan bize ne? Peki bunların ve efendilerinin Adıgelere/ Çerkeslere, Çerkesliğe bir hayrı/ bir yararı oluyor muymuş? Bir bilen varsa lütfen bizi aydınlatsın…
Bir anlatı: Hz. Peygamber kanatlı Cennet atı burak sırtında, Cebrail aleyhisselamın yol göstericiliğinde arşıâlâya/ göğün dokuzuncu katına doğru uçuyor, Tanrı ile randevusuna/ buluşmaya gidiyor, yolculuğu süresince her bir gök katında bir peygamber tarafından karşılanıyor, durup durup namazını kılıyor. Katın birinde yanyana kaynayan üç kazan görüyor. Kenardaki kazanlarda aş kaynıyor, ortadaki kazan ise boş, kuru kuru kaynamakta. Kenardaki kazanlardan saçılan et suları, et parçaları, yağlı köpükler yine kenardaki kazanlara, birbirlerine dökülüyor, ortadaki boş kazanı ıskalıyor, tek bir damla bile ortadakine dökülmüyor.
Peygamber şaşırmış:
“Ya Rabbi, nedir bu böyle?” diye sormuş. “Kenardakiler zengini, ortadaki boş kazan da yoksulu temsil ediyor, zenginler birbirlerine yardım eder, yoksula birşey vermezler, bu üç kazan o durumu temsil ediyor” yanıtını alıyor.
Kıssadan hisse, biz Adıgeler de ortadaki ya da içi boş olarak kaynayan kuru kazanın konumundayız. Devşirmeler/zenginler/ egemenler de kenardaki dolu kazanlar...
Biz mazlumuz, yardıma muhtacız ama kimse bize yardım etmiyor. Biz, ulus olarak kendi kendimizi ayağa kaldırmak zorundayız. Eğer bir yardım eden olursa [Çerkes soykırımını, Laz'a ve Çerkes'e çifte vatandaşlık hakkını tanıyan Gürcistan gibi] eyvallah. Bunu da bilmemiz gerekiyor.
(Devamı var)
Not: Bu makale Cherkessia.net ve Adigehaber sitelerinde de yayındadır. -hcy