adigehaber
  KIZ KARDEŞ (ШЫПХЪУ)
 
KIZ KARDEŞ (ШЫПХЪУ)
 
 



11 Eylül 2016

Bibolet Beĥukoların bahçesine vardığında Haćeş’te (konukevinde) ya da büyük evde henüz lambalar yakılmamıştı. Evin köpeği karanlıktan fırlayıp havlamaya başlamış, ancak Bibolet’in sesini duyunca tanımış, sevinip susmuştu. Tam emin olmamış olmalı ki, biraz da utanır gibi bir süre kuyruğunu sallayıp durduktan sonra, konuğun kendisini takmadığına biraz gücenmiş olmalı gerisin geri yerine dönmüştü. Dönerken kabarık tüylü kuyruğu karanlıkta belli oluyordu.
Bibolet atını bağlama yerine bağlayıp haćeşe baktı. Haćeş boştu. Haćeş tütün ve koyun kürkü kokusu ile doluydu. Dışarı çıkıp ne yapacağını bilemeden bir süre bakınıp durdu.
Sabah çiği ile kaplı bir çayırlık alan görüntüsündeki gökyüzünde, içinden at sürüsü geçmiş gibi Samanyolu (Şıfı ĺağo) uzanıp gidiyordu. Köyün bir yarısı üzerine kara bir sis çökmüştü, sis göğe tırmanamıyormuş gibi bulutların eteklerine yaslanmıştı. Evlerin bacalarından dumanlar yükseliyor, sanki gizleniyorlarmış gibi evler bir araya toplanmış, birbirine kapanmış durumdaydılar. At ahırından atların yem yeme sesleri geliyordu: kuru otları şır şır sesleri çıkararak karıştırıyor, sert purh sesi çıkarıyor, bir ara ses kesip etrafı dinliyor, ardından acele ederek yeniden yemeye başlıyorlardı. İnek ve manda ahırlarından da kendilerini doyurup yatmış olan hayvanların soluma sesleri duyuluyordu.
Köyün bir köşesinden el çırpma ve müzik sesi geliyordu.
Eğlenti (cegu) vardı. Yusuf da orada olmalıydı…Ben de oraya gitsem mi? – diye düşüntü bir an için Bibolet. Ancak Ayşet’in odasına doğru bir baktığında kılıç ağzı gibi ince bir ışığın perde aralığından sızdığını gördü.
Yaklaşıp kırbacıyla kapıya hafifçe vurdu. Düşen bir makasın sesi geldi. Yumuşak patikler içinde bir ayak sesi kapıya doğru geldi ve kesildi.
Adıgelerde âdet olduğu üzere gelenin kim olduğunu sormadan kapıyı açtı. Karanlıktan gözleri bir şey görmez halde iç kapıdan gelen ışığın zayıf yansıması içinde Ayşet, kardeşi Bibolet’in karşısına dikilivermişti. Önce tanımadığı bir erkekle karşılaştığını sanıp korktu ve geri çekilmeye kalkıştı. Ancak geri adım atıp aydınlığa geçince Bibolet’i tanıdı.
- Ah Let!..- diyerek korkusu ve sevinci bir arada Ayşet kardeşine doğru öne atıldı.
– Beni çok korkuttun! Kendini gizledin, hiç ses vermedin! Sen bu huyundan anlaşılan hiç vazgeçmeyeceksin…- diyerek sevinç içinde boynuna sarıldı ve onu içeri aldı.
Ayşet’in üstünden hayvan tezeği ve eskimiş elbise kokusu yayılıyordu. Bibolet yabancısı olduğu bu durum karşısında bir ürperti geçirdi: Üzerinden tezek ve eskimiş elbise kokusu yayılan bu zavallı küçük kadının ablası Ayşet olduğunu kabullenmeye içi elvermemişti.
- Hüseyin evde değil mi?- diye sordu Bibolet.
- Yok.
- Nereye gitti?
- Hiç bilmiyorum, komşunun oğlu ile birlikte at arabasıyla gittiğini gördüm, - dedi Ayşet, kocasına karşı duyduğu soğukluk konuşmasından anlaşılıyordu.
- İyi adam kendini Adıge erkeği sayar, nereye gideceğini karısına söylemez! – diye uzataraktan bir laf attı Bibolet.
- Olur öyle şeyler, başkasını istediğin gibi terbiye edemezsin!..Gelsene! Otursana! Hep böyle ayakta mı duracaksın?
- Oturmam sorun değil, atı nereye koyacağımı bilemiyorum, Yusuf yok mu?
- Haćeşte (konukevinde) değil mi?
- Baktım, yok.
- Evet, unutmuşum, ćapşeye (-Çerkeslerde yaralının kırık kemiğinin kaynaşması için onu uyutmamak üzere düzenlenen kesintisiz eğlenti-) gitmiş olmalı.
- Bu duyduğumuz eğlenti (cegu) sesi ćapşe sesi mi? Kimin için yapılıyor?
- Köy kenarında oturan bir genç için…
- Atı ahıra bağlamam gerekiyor. At ahırı anahtarının yerini biliyor musun?
- Bilmiyorum. İvan da evde değil. Şimdilik harman yerine bağla, Dıŝeşıv (Altın Süvari; Yusuf) gelirse bakarız…
Ayşet sözünü tamamlamamıştı: Bibolet’in kendisine gülümsediğini, bir kusur işlemiş, kendisini kınarmış gibi yüzüne baktığını görünce sözünü kesti.
- Ne demişim ki?..- diye neye uğradığını bilemeden Ayşet de bakınmaya başladı.
- Dı-ŝe -şıv, dıŝe-nef (altın ışığı), tığe-nebzıy (güneş ışını)!.. Hüseyin için “taktığın ad” olmalı bu, değil mi? Yazık, bu tür saçmalıkları hâlâ bırakmamışsın!
İşin burasında Ayşet kıpkırmızı olmuştu. Böylesine ayıplanmayı beklemiyor olmalıydı, utanmış, eliyle yüzünü kapatmıştı:
- Evet, öyle!..demek dışında bir şey diyememişti.
- Peki, evlilik öncesinde böylesine saçmalıklara yer vermeyeceğini kesin biçimde söylüyordun, ne oldu o sözlere? – diyerek elini salladı gülerekten.
- Olur öyleyse, istiyorsan söyleyeyim: Yusuf, Hüseyin, Hüseyin! – çocukça, şakaya vurarak, kahramanlık taslar gibi uzatarak “Hü-se-yin” diye söyledi. Ancak hemen ardından gerisine bir baktı, sesini biraz alçaltarak devam etti:
- Sen işin şakasındasın, ama duyulursa bu söylediğim, içinden çıkamayacağım bir işin içine itmiş olursun beni. Sen şanslısın, bizim ne durumda olduğumuzu bilmiyorsun…
Üzüntüsü bir karabulut gibi Ayşet’in yüzünü kaplamıştı, kardeşini görmüş olmanın sevinci de o anda uçup gider gibi olmuştu.
- Gidelim, bahçe kapısını açayım, atı arka bahçeye, harman yerine bırak da gel, - dedi Ayşet, şakayı bir yana bırakarak. Atı arka bahçeye aldırıp kuru otların yanına bağlattı.
Ayşet’in odasında ekşimtırak bir bebek kokusu vardı. Çocuk odadaki tek sedirde (п1эк1ор) uyuyordu. Yerde de alacalı bir yastığa başını koymuş kıvırcık siyah saçlı bir kız çocuğu uyuyordu.
- Komşuların küçük kızı, gece benimle kalması için getirdim, - dedi Ayşet, Biboleti’in kızın başucuna dikilip baktığını görünce.
- Bu kötü koşullarda ziyan olup gitmezse hayli güzelce bir kız çocuğu…, dedi Bibolet, kızın yüzüne dikkatle bakarak.
- Verdiğim temiz yastığa ne kadar sevindiğini bir görseydin! Yastıkla dans ederek odanın altını üstüne getirdi. Çocuklukların bile sevinçli anları çok az oluyor bu ortamda…Bütün bir kışı bu üzerindeki basma entari ile geçirecek. Çok yerinde bir söz ettin: Kötü talihine yenik düşmeden büyürse…- dedi Ayşet de çocuğa yaklaşıp bakarken.
- Peki, bu beriki yağız delikanlı ne diye böyle erkenden yatmış? – diyerek Bibolet sedire doğru bir adım attı.
- Bırak uyusun, uyandırma, konuşmamızı engeller. Sen şuradaki masanın yanına otur. “Önce ablasının yanına gidip oturdu!” diye, önce bana geldiğini öğrenirlerse bir sürü laf ederler. Ama ne derlerse desinler, iyi ki önce buluşmuşuz.
- Ne diyecekleri pek de umurumda değil…Ne diyeceklerse desinler! - Bizimkiler ne durumda, sağlıklılar mı? Annemizin halsiz olduğunu duymuştum da.
- Annemizin halsiz olmadığı gün olur mu hiç! Bu yakınlarda bunlara diş ağrısı da eklendi. Dayanamaz olunca, zorla Kazak kasabasına (stanitsa) götürüp dişine dolgu yaptırdım. Diş hekimi dişini elektrikli araçla temizlerken annemizin yaşadığı korkuyu görmeliydin! Şimdi her yemekte tedavi edilen dişini övüp duruyor.
- Okul giderini, azacık paranı tedavi diye harcamış olmalısın. Annemiz dayanırdı…Biz de ağır taş (амбрамыжъо/ abramıjo) misali boynuna asılıp duruyoruz…
Ayşet’in sözleri Bibolet’e, kızlığında onun ne denli insancıl bir yapıda olduğunu, sevecen özelliğini yeniden anımsattı. Hayvan tezeği kokan yıpranmış bir entari içindeki bu zavallı kardeşinin ne denli tatlı ve insanca özelliği olan bir kişiliği yansıttığını bir kez daha görmüş oldu.
Kızlığında Ayşet, insancıllığı, sevecenliği ve yardımseverliği ile herkesin gönlünde taht kurmayı başarıyordu. Şakacı yanı ve tatlı dili ile dedesinin kulübesini güneş ışığı gibi şenlendiriyordu. Eline bir tatlı geçse, kendi yemez, diğerleri için bir yana koyardı, kalbinin temizliği ve sıcaklığı ile herkesin içini ısıtırdı. Ancak şimdi Ayşet’in bu iyi özelliğine karşılık verecek kimsesi kalmamıştı. Güler yüzüne ve tatlı diline herkes alışmıştı, onu üzecek birilerinin olabileceği kimsenin aklının köşesinden geçmezdi: Onun gibi birine kin ve garez duyulabileceğini kimse düşünemezdi.
Şimdi Ayşet’in içini dökecek, derdini anlatacak kimsesi yoktu. Katlanılması zor bu ortama gencecik yaşında bir başına düşmüş oldu. Bibolet okumak gibi şeyler peşine düşmüştü, Ayşet de buna sevinmiş, Bibolet’i uyandıran eğitime kendi de özlem duymaya başlamıştı. Ancak o sıralar okuması için ailesinin kendisine izin vereceği konusunda hiç bir umudu yoktu. Okuma olanağı da yoktu. Okuma isteği içinde gizli bir tutku olarak sürüp gidiyordu. Sovyet iktidarı geldiğinde Bibolet okuma olanağını elde etti, sanki kendi elde etmiş gibi Ayşet buna sevinmişti. Kızlığında elbiselik kumaş alması için kendisine verilen azıcık parayı bile, yol harçlığı olarak Bibolet’e veriyor, ona büyük bir destek sağlıyordu. Şimdi günü tamamlayıp akşamları odasına döndüğünde, bir başına kaldığında, sonunun ne olacağını düşünüyor, düşündükçe de umudunu yitiriyor, gizlice gözyaşlarını siliyordu. Tek avunma yolu da, her gelişinde Bibolet’e içini dökebilecek olmasıydı. Çevresindeki kişiler içinde derdini anlayan tek kişi Bibolet’ti. Ama Bibolet de henüz yardım edebilecek bir duruma gelmemişti. Eski dünya ile eski geleneğin Ayşet’in boynuna vurmuş olduğu demir halkayı, bir tek Bibolet’in yardımıyla kırmak da çok zordu.
Bu iki kardeş birbirleri için kaygılanırken, Ayşet’in boynuna eski dünya zinciri vurulmuş, köle yapılmak üzere başka bir eve sürüklenip götürülmüştü. İnsanım diyenin en çalışkanı, kalbinden iyilik fışkıran bir kadındı Ayşet, Bibolet’in yoksunluğunu görüyordu, ama ona yardım etme olanağı bulamıyor, için için yanıyordu, eski yaşam biçimi onu kalbinden vurmuş, sakat bırakmıştı…
Ayşet odayı biraz düzeltip masanın başına geçti. Gaz lambası ışığının yardımıyla Ayşet’in yüzüne biraz daha dikkatli baktığında Ayşetin çok halsiz düşmüş olduğunu fark etti Bibolet. Göz çukurları yeşilimsi bir renk almıştı, güzel gözleri artık hastalıklı, yorgun bakıyor, ama yine de yumuşacık, parıldıyarak derinlerden görünüyordu. Dert ve tasa içinde ezilmiş, ondan koparılan her şey sanki bir sülük tarafından emilmiş gibi iki dudağındaki sarkmalardan anlaşılabiliyordu.
Bibolet bir iç çekti, Ayşet’in kendisine verdiği değeri biliyordu. İlk kucaklaşmalarında karşılaştığı tezek kokusu, içinde beliren bir parça yabancılık ve soğukluk gitmiş, her zamanki gibi kız kardeşine yeniden ısınmıştı.
Bibolet yandan birkaç kez Ayşet’in yüzüne baktı, ardından daha alçak bir sesle sordu.
- Niye bu kadar solgunsun, hasta mısın yoksa?
- Solgun mu görünüyorum? Hasta sayılmam ama çok da iyi değilim.
- Nedir rahatsızlığın?
- Ne olduğunu bilemiyorum, sorun içimde. Havalar sıcak gittiğinde sorun olmuyor, ama sonbahar soğuğu ile karşılaştığımda durumum ağırlaşıyor. Birgün yıkılacağımı sanmıştım ama yıkılmadım…- diyerek acı acı gülümsedi Ayşet.
- Bu gibi şeyler senin yıkılmana kadar beklemez, izin vermez. Sonbahar soğuğuna karşı daha sıcak tutacak bir şey giysen olmaz mı?
- Kızlık günümden kalma tek yünlü entarimi öyle her gün giyersem olur mu hiç, onu eskitirsem ve bir yere gidecek olursam ne giyeceğim sonra. Bu eve geldiğimden beri bana verdikleri ikinci entari bu sırtımdaki, günü dolmak üzere. Onlar da biliyorlar giyecek bir şeyimin kalmadığını, iki üç kez çıtlattım. Oralı olmadılar. Ölecek olsam bile bir daha elbise sözünü etmem onlara…
Konu yeni katıldığı ailedeki konumuna geldiğinde Ayşet’in içi burkuldu, gözyaşları görülmesin diye başını öne eğdi.
- Ayşet, ne kadar da safsın: Bu şey küsme nedeni olur mu! Buradakilere küsüyorsan ana babana, bana da mı küsüyorsun? – dedi Bibolet, Ayşet’in gözyaşını görmezlikten gelerek.
- Sen okulu bitirene, bir şey olana dek, yaşlanmış babamız kendi başına bakabilsin bu kadarı yeter. Gidip ne diye ona yük olayım? Giyindireceklerse, kendileri için köle gibi çalıştığım bu evdekiler giyindirsinler beni…
Ayşet’in bu sözleri şakasız, kuşku götürmez, kararlı, düşünülmüş ve yerli yerine oturtulmuş biçimde üzüntülü söylediğini görünce, şaka yaptığı için pişmanlık duydu Bibolet.
- Niye bu kadar canın sıkıldı ki? – dedi, takılmış olduğunu unutturmak istermiş gibi. – Büyük bir sorun bu, anlaşamıyorsanız…
- Ölüm bir dinginlik, bir dinlenme olmalı, bu benim yaşamıma göre. Tek bir günlük ömrün olsa bile, bu kısacık ömrünü dilediğin gibi yaşayıp ölsen ölmüş sayılmazsın…
- Ne oldu ki, bugün de aranızda bir şey mi geçmiş?
- Tek bir günlük şey değil ki bu. Bir şeylere katlanamayacak huysuzun biri değilim. İnsanın her an mutlu olamayacağını bilmeyen biri de değilim. Ama yaşantın içinde mutlu bir anın da olamayacaksa, ruhun da kurur…
Ayşet başı öne eğik, aldığı bir bez parçasıyla yüzünü silerek bir süre sustu, sonra yeniden konuşmaya başladı:
- Bazen kendi kendime düşünüyorum: Sayende öğrendiğim bazı şeyleri hiç öğrenmemiş olsaydım daha iyi olurdu diyecek oluyorum. Hiç olmazsa bilmediğim eksikliklerin farkına varmazdım, üzücü düşünceler içinde kendi kendimi yiyip bitirmezdim. Umarsız Adıge kadınlarının kara yazgılarına boyun eğdikleri gibi, ben de aynı yolu tuttururdum, bilinçsiz kalma pahasına olsa bile. Konuştuğum kadınların üzüntülerini gidermeye, teselli etmeye çalışıyorum, onları dinliyorum ama işe yaramıyor!..Çoğunun insanca bir düzeni, bir yaşamı yok. Görülmeyen şey üzmez, zevk verir. Gelecek diye bir umutları kalmamış. Bulundukları evlerden kapı dışarı edilmedikleri sürece her türlü sıkıntıya, cefaya katlanmaya hazırlar. Onlardan duyup duyacağın şeyler sızı, gizli hastalık, açık hastalık, aç yatma, benzeri şeyler, yakınmalar…Bu bulunduğum hane köyün en varlıklı ailelerinden sayılıyor, ama buradaki aile içi düzeni sana bir anlatabilsem: Desinler tutkunları, kendileri de bu gösterişe kurban gidiyorlar. Üç inek ve bir manda sağıyorlar, evdeki tek bebeği bile bir parça yağdan yoksun tutuyorlar. Zavallı Rus ırgatı aç bırakıyor, kan ter içinde kazandığı azacık parasında bile gözleri kalıyor. Birbirleri ile didişip, hırlaşıp duruyorlar…
Ayşet gözleri yerde uzunca bir süre yakındı. Kalbinde birikmiş acıyı damla damla boşaltıyordu. Konuşmaya ilk başladığında içi daralmış, biraz sonra da başını önüne eğme gereği duymuştu. Zaman geçtikçe karşısındakinin kendisini seven ana baba bir kardeşi olduğunu ve içindekileri ona anlatmakta olmanın huzurunu duymaya ve daha güvenli konuşmaya başlamıştı. Bibolet, Ayşet’in yakınmalarından etkilenmiş, kaygı ve üzüntü içinde kalbi daralmaya yüz tutmuştu. “Bu cehennem yaşamının içinden Ayşet’i çıkartacağımız günler gecikir mi acaba? Bunun bir yolu olamaz mı? Kölecilerin, sömürücülerin bu son kalesini yerle bir edip Ayşet’i özgürlüğe kavuşturmak olanaksız mı?” gibisine düşünceler dikenli bir kirpi gibi Bibolet’in içinde dönüp duruyordu. Sonunda dayanamadı, ayağa kalktı ve odanın içinde bir ileri bir geri yürümeye başladı.
Ayşet konuşmasına ara verip Bibolet’e bir baktığında ürktü. Kardeşinin üzerinde yol açtığı derin üzüntüyü ve yıkımı fark edince yakınmaları için pişmanlık duydu. Sözlerini tamamlamadan sustu, kardeşi için tasalandı, yan gözle bakıp bir süre sessiz oturdu, ardından kendini suçlayarak sözüne devam etti:
- Yanıma ara sıra geldiğinde bile yakınmalarımla sana rahat yüzü göstermiyorum…
Ayşet’in ne demek istediğini Bibolet anlayamamıştı. Masaya döndü, parmaklarını siyah kıvırcık saçlarına uzattı, başını eline dayadı. Bir süre düşünceli oturdu, ardından ayağa kalktı, kararlı bir biçimde:
- Ayşet, Hüseyin’le konuşmama izin ver, buna daha fazla katlanamazsın.
Bibolet, Ayşet’in yanıtını bekliyor, Ayşet de yere bakıp duruyordu, oda derin bir sessizliğe gömülmüştü. Işığa gelen tek sineğin vızıltısı bile odanın içini doldurmuştu. Büyük sandığın altında gizlenen küçük fare bile bu sessizliğe aldanmış, iğne deliği gibi küçücük gözleri parıldayarak odanın ortasına değin gelmişti.
- Olmaz, Let, araya girmezsen daha iyi olur, - dedi Ayşet, küçük fareyi ürküten bir sesle. – Senin karışman bana daha fazla zarar verir, yararı olmaz. Kaderim artık onlara bağlandı…İşe karışmazsan daha iyi olur, Yaradan alnıma ne yazdıysa, iyi kötü katlanırım…
Sedirde yatan oğlan çocuğu rahatsız oldu ve ağlamaya başladı. Ayşet fırladı ve çocuğu yatıştırdı. Ayşet’in çocuğunu yatıştırmak için gösterdiği özeni ve duraksamadan çocuğun yanına uzanmasını gördüğünde Bibolet, Ayşet’in artık kalın kölelik zincirleriyle o eve bağlanmış olduğunu anladı. Diğer binlerce Adıge kadını ile birlikte, hepsine özgürlük yolunu açacak bir gelişme olmadığı sürece bir başına bu kölelik boyunduruğundan onu kurtarmanın olanaksız olduğunu kavradı.
Bebek yeniden uykuya dalınca, yatışında olduğu gibi sessizce sedirin arka tarafından özenle kalktı. Bir eliyle göğsünü ilikliyor, öbür eliyle de bebeğin yorganını düzeltiyordu. Kafasındaki sorun ve yakınmalar uçup gitmişti. Yavrusunu düşünme, anne şefkati dışında, yorgunluk ve üzüntü diye bir şey kalmamıştı Ayşet’de.
- Ne kadar da kalpsiz biri olmuşum: Sana birşeyler yedirmeyi unutmuşum. – diyerek anahtarı yerinden aldı ve büyük sandığı açtı. Sandığı yakınarak açtı.
- Şu an elimden başka şey gelmiyor, büyük evin mutfağı kilitli. Anahtarı bende yok. Bunu da komşuların düğün yemeğinden küçük kızları gizlice kaçırıp bana getirmişti, ben de onu buraya koymuştum.
Bibolet’in bir şeyler yiyecek hali kalmamıştı ama Ayşet’i daha fazla üzmemek için birkaç lokma alır gibi yaptı.
- Let, sana bir şey sormak istiyorum, Allah aşkına benden gizleme, doğrusu neyse söyle, - dedi Ayşet, bir süre karar veremeden Bibolet’e bakıp oturduktan sonra.
- Allah aşkına dediğin şey için yapabileceğim fazla şey yok ama senden gizlediğim saklı bir şeyimin olduğunu sanmıyorum. Sor bakalım, neymiş öğrenelim.
- Söylenti, dedikodu gibisine duyuyorum. Dıŝeşıv’a (Yusuf) sorduğumda doğru dedi, senin komünistlere katıldığın söyleniyor, doğru mu?.. – Bibolet’in vereceği yanıttan ürkerek soluk almadan bir süre bekleyip durdu Ayşet.
Bibolet Ayşet’in bunu nereden öğrendiğine şaşırmıştı.
- Uzun süreden beri onlara katılmaya çalışıyorum, henüz beni kabul etmediler, sadece adayım. Beni kabul etmeleri, onlara katılmam en büyük isteğim, özlemim. Bunu niye senden saklayayım, uygunsuz bir şey gibi mi geliyor sana? – diye karşı bir soru yöneltti Bibolet. Ayşet’in bunu nereden öğrendiğini ve bu konuda ne düşündüğünü merak ederek onun gözlerinin içine baktı.
- Katılmasaydın, katılma, istemiyoruz…Ben de istemiyorum, bizimkiler de istemiyorlar. Onlara katılmış olduğunu duydular, için için üzülüyorlar.
- Eyvah, bilmiyordum, ne de çok kişi varmış karşımda böyle! – diye Bibolet neşelendi, üstünde oturduğu tabureden hızla bir döndü, gülümseyerek Ayşet’e baktı.
- Sana karşı cephe almışlığımız yok, ama anne ve babamız çok üzülüyorlar, - dedi Ayşet, gülümsemesi ve şakası olmadan, dosdoğru. – Senden başka kimseleri yok onların…
- Ayşet, seni kim ürküttü komünistlere karşı böylesine? - Şakayı ve gülümsemeyi bir yana bırakıp ciddi ciddi konuşmaya başlamıştı Bibolet, Ayşet’e anlayacağı bir dille durumu anlatmanın bir yolunu düşünerek bir süre oturdu, sonra yeniden konuşmaya başladı. – Annemizle babamız komünistlerden korkabilirler, eski kişiler, alıştıkları eski yaşam düzenine yürekten bağlılar, kalpleri eski düzenle kaynaşmış, buna son verecek hareketlerden ürkmeleri doğal. Peki sen neden korkuyorsun? Biraz önce çoğu kişinin itiraf edemeyeceği biçimde içinden gelerek sıkıntılarını, derdini ortaya döktün, eski düzenin seni köle durumuna soktuğunu, içinin kan ağladığını kendin söyledin. İçi kan ağlayanın sadece kendin olmadığını, binlerce Adıge kadının da huzurlu bir yaşamının bulunmadığını, en alt köle (vıneut) konumunda çile doldurduğunun farkındasın, bunu kendin söyledin. Boynunuzdaki o zincirleri kıracak, kadınları özgürlüğe kavuşturacak ve onlara insanca bir yaşamanın kapılarını açacak olan komünistlerden bu denli ürkmenin nedeni ne olabilir?
Ancak Ayşet, görüşlerinde kararlıydı:
- Onlar kötü şeyler düşünmüyor, iyilik yapmak istiyor olabilirler, ama onlar hakkında söylenen olumsuz şeyler de boşuna olmamalı. Ne kadar varlıklı, sözü geçen kişi varsa hepsi onlara düşman…Yaşlanmış anne ve babana bakman gerektiğini unutmamalısın. Katılma onlara bir tanem, dünya ışığım, babana, anana ve bana acı!
- Ayşet, ne dediğini tümden unutuyorsun! Sana bakıyor, tanıyamıyorum: Kızlığındaki durumun ile şimdiki arasında dağlar gibi bir fark oluşmuş…”Kişisel çıkarından başka şey düşünme, insanlara yeni, mutlu bir yaşam getirmek için, sömürücü düzene son vermek, engelleri kaldırmak için mücadele edenlere katılma” – senin şimdi bana söylediğin sözlerden çıkan anlam işte bu!
- Hiç acımadan o insafsız sözleri nasıl bana söyleyebiliyorsun! Tabii ki ümitsizim, kendim için ümitsizim, yaşlı annemizin ve babamızın geleceği adına da kaygılıyım. Bilinemeyecek şeyler değil bunlar: Benim durumuma düşmüş olsaydın sen de umudunu yitirir, kaygılanırdın. Güvenebileceğimiz tek kişimiz sensin. Bir günümüz olmasa da, mutlu bir anımız olmasa da, sürekli mutluluk kaynağımız olan, tutunacağımız biricik dal sensin…
Bahçeden bir erkek öksürmesi sesi geldi, ardından kapıda bir ayak sesi belirdi.
- A, gelin, yattın mı? – diye sordu.
- Hayır, henüz yatmadım! – Ayşet ayağa kalktı, yavaş sesle “Dıŝeşıv (Yusuf) bu, - diyerek kapıyı açtı.
- Bibolet yanında mı? Atı harman yerinde (hameş), kendi nerede bilemiyorum.
- Yanımda değil, - dedi Ayşet gülümseyerekten. Ama Yusuf’un meraklandığını, ‘nerede o, yoksa bu atla başkası mı gelmiş?’.. dediğini görünce, hemen sözüne ekleme yaptı: İçeride, içeride, sana şaka yaptım! Gel, içeri buyur!
Yusuf eve girdi.
---
(Қeraş Tembot’un “Mutluluk Yolu” [Насыпым игъогу] romanından bir bölüm). “Gelin” bölümünün devamı).
Çeviri: Hapi Cevdet Yıldız
 
 
  Bugün 7 ziyaretçi (39 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol