adigehaber
  Keraş Tembot: Mutluluk Yolu - Gelin
 
K'eraş Tembot: Mutluluk Yolu- Gelin
27 Ağustos 2016 Cumartesi 
 
Beĥuko ailesi, Şecerıye köyünde “varlıklı, soylu, vork ” denilen güçlü ailelerden biriydi. 
 
Behukoların bahçesi köyün ana yoluna cepheliydi, diğer bahçelerden farkı hemen göze çarpıyordu: Bahçe tahta çitle çevriliydi ve diğer derme çatma çevrili bahçelerden farklıydı. 
 
Taş sütunlar üzerinde yükselen koca tahıl ambarları tıka basa doluydu, her an hizmete hazır iki yaylı arabaları, bahçelerinde daha başka arabaları, çok sayıda hayvanları bulunuyordu. Aile sözün tam anlamıyla bolluk içindeydi. Büyük damızlık kısrak sürüleri, koca bahçelerinin bir köşesinde haćeşleri/ misafirhaneleri vardı, bütün bunlar ailenin köklü bir vork ailesi olduğu havasını tamamlıyordu. Aile, ayrıca hayvan alım- satım işi yapıyor, geniş bir araziyi ekiyor, baharları ücret karşılığında arabalarıyla yük taşıtıyorlardı. 
 
Behuko Hacı cami cemaatinden sayılıyordu, “öbür dünya dışında beklentisi kalmamış, kendisini Tanrı’ya adamış” kişilerden biri” olarak tanınan yaşlı bir vork hacısı idi. Ancak bilindiğinin, sanıldığının aksine, Hacı, aslında kurnaz bir düzenbazın tekiydi. Ağzından hiç düşürmediği “Lâilâhe” sözcüklerine aldanmamak gerekirdi, yakından izlendiğinde, Hacı’nın, dünya yaşamından el etek çektiğini ve çıkarına çalışmadığını söylemek doğru olmazdı. Behukolar “örnek kişi” olduklarını asla ağızlarından düşürmezlerdi. 
 
 
                                                       K'eraş Tembot: Çerkes etnograf ve roman yazarı  (1902-1988)
 
Soylu olmakla övünen ailelerin en başında geliyorlardı. Ara sıra çocuklarını azarlarken Hacı, “Adam olalım derseniz, adam olunacak bir aileden, soydan geliyorsunuz, yanıltıcılardan, kötü kişilerden uzak durun” derdi sık sık. Köyde bir anlaşmazlık, bir çatışma olduğunda, işin ortasına atılan kişilerin en başında gelenlerden biriydi. 
 
Gençliğinde de, anlatıldığına göre, “iyi bir Çerkes” sayılmak adına alacağından feragat edecek biri değildi. Ancak Adıge- Çerkesler o tür camiye çekilmiş yaşlı hacılar aleyhine konuşmayı kendilerine yakıştırmazlardı, mutlaka bir şeyler söylemek gerektiğinde de lafı dolandırarak dokundurmakla yetinirlerdi. Behuko Hacı için de, “O Hacı mı, gençliğinde hayli yamandı!..demekle yetinirlerdi, bu da aslında o kişinin pek de iyi biri olmadığı anlamına gelirdi. 
 
Üç yetişkin oğlu vardı Hacı’nın, isterlerse aileyi daha da ileriye götürebilirlerdi. Ancak, Hacı, dizginleri elinden bırakmıyordu. Yararlı olsun olmasın her işe karışırdı Hacı. Gereksiz işlere bile karışmakta olması, çocuklarının kendisinden soğumasına yol açmıştı. Ancak ailesine hiçbir yararının dokunmadığı da söylenemezdi. 
 
İdari işlerde ve başka işlerde olsun toplum içinde sözü geçen biriydi, toprak ya da koru dağıtımında, yıllık köy tarlası taksiminde, vergi salma ve alma gibi işlerde, nasıl becermiş olduğu anlaşılmadan, her zaman için kendi payını başarırdı.
 
Behuko Hacı köyde dediğini yaptıran, aba altından sopa gösteren sert bir ihtiyardı, muhtaç olanın yaltaklandığı ancak sevenden çok nefret edeni olan biri olarak Şecerıye köyünde yaşıyordu.
Üç oğlu içinden en büyüğü Hacı’yı memnun edecek biçimde bir vork/ soylu ailesinin kızını almıştı. Ancak ikinci oğlu Hüseyin, köydeki vork ailelerinin ummadığı bir biçimde köle (pşıł) bir ailenin kızını kaçırıp babasının yüreğini yakmıştı. Olay, vorklar açısından büyük bir üzüntü kaynağı olmuştu. 
 
Yaşlılar: “İyi çocuk diyorduk ama yanlış yaptı, kendi gibi soylu birini alması gerekirdi”, - diyerek kınamışlardı Hüseyin’i. BehukoHacı’nın kendi de: “Alanı da geleni de eve sokmam!” – diye kirpi gibi büzülmüş, yanına yaklaşılamaz biri olmuştu, ama sonunda yaşlı- başlı kişiler araya girip Hacı’yı yola getirmişlerdi.
 
Köy kadınları arasında da, Hüseyin’in bu evleniş biçimi uzun süre ağızlara sakız olmuştu. Ancak Hüseyin’in yaşıtları, ne denli yakıştıramamış olsalar da, sonunda, “Soyu- sopu ne olursa olsun, çok güzel bir kız almış”- diyerek lâfı uzatmamış, işin peşini bırakmışlardı.
 
Her neyse, Adıgelerde âdet olduğu üzere, bir araya gelip çocuğu da gelini de canlarından bezdirmişlerdi. Çocuk bu yüzden üzgündü ve ailesinden bayağı soğumuştu.
Yeni akraba olmuş gelin ve damat aileleri arasında da bir yakınlık, bir sıcaklık yoktu. Birbirlerini pek aramıyorlardı. BehukolarMezokoları kendilerine uygun bir aile, kişiler olarak görmüyorlardı. Mezokolar da, kızlarının aşağılanmış olmasını unutmuyor, Behukolara fazla bir ilgi duymuyorlardı. İki aile arasında gidip gelen kişiler, aralarındaki arkadaşlık bağları nedeniyle küçük kardeşler Yusuf ile Bibolet idi. Yusuf ile
 
Bibolet bir ara bir iki aylığına komşu Kazak kasabası okulunda birlikte öğrenim görmüşlerdi. Akraba olma üzerine yeniden bir araya gelmiş, birbirlerini aramaya başlamışlardı.
 
***
 
Sabahleyin, uykunun en tatlı anında Ayşet, Hacı’nın sesine uyandı. “A, imansız!” diye bağırarak bahçeye giren bir yabancı ineği kovalamaktaydı Hacı.
Sesi ön bahçeden duyuluyordu, bir ara evin arkasına geçince sesi az duyulur olmuştu, ardından ineğin ayak seslerini izleyerek yeniden evin önüne gelmiş, sesi Ayşet’in yatak odasının önünde yükselmeye başlamıştı.
 
- Bu yabayı kim bırakmış buraya, birini yaralayacak!..
 
Yaba dişlerini toprağa sürttü, sürtme sesini Ayşet de duydu. Ardından Hacı ineği bahçeden çıkarıp geri döndü, yine gelin odasının önünden geçerken kendi kendisine söylenir gibi bağırdı:
 
- Nerede kaldı bu evdekiler, hayvanlar sürüden geri kalacaklar!..
 
- Eyvah, hayvanları sürüye katamamışım!.., diyerek Ayşet hızla başını yastıktan kaldırdı. Perdeyi aralayıp bahçeye baktı, çok erkendi. – Henüz ortalık ağarmadan nedir Hacı’nın bu yaptığı!..diyerek içinden söylendi. Genç gelin, Hacı’nın kendisini sevmediğini, sözlerinin sürekli kinayeli, iğneleyici olduğunu biliyordu.
 
Ayşet ses çıkarmadan yataktan çıktı. Hüseyin uyuyordu. Küçücük gelin odası aydınlanmamıştı. Sedirin bir ucunda bir ağaç beşik vardı. Beşikte henüz yaşını doldurmamış bir bebek bağlıydı. Bebeğin yumuşak soluyuşu Ayşet’in yüreğinde bir rahatlama duygusu estirdi. Beşiğin üzerindeki beyaz örtüyü kaldırıp bebeğinin yüzüne sevgiyle baktı ama örtüyü indirdiğinde bir iç geçirdi.
Hacı hâlâ bahçede dolanıp duruyordu. 
 
Ayşet oda kapısını açtı, dışarı çıkmak istediğini Hacı’ya belli etti, Hacı da bunu beklediğinden kürkünü sırtına attı, bastonunu koltuğuna alıp bahçeden ayrıldı.
Bir sonbahar sabahıydı, çok erkendi, ortalık sisle kaplıydı. Otların üzerleri toz tabakasını andıran kalın bir çiğ tabakasıyla kaplıydı. Hacı’nın bahçedeki ayak izleri bile seçilebiliyordu.
 
Sıcak yatağından çıkıp bahçedeki soğukla karşılaşan Ayşet’i bir üşümedir aldı. Sırtında sadece ince bir basma entari vardı, yaz kış giydiği tek giysisi oydu.
 
Bahçe çitlerinin ardındaki söğüt ağaçlarının gerisinden doğmakta olan güneş ufku kızıla boyamıştı. İnek sesleri ile manda böğürmeleri ortalığı inletiyor, köyü kaplamış bulunuyordu. Komşunun yeni yavrulamış mandasının sesi öteki sesler içinden seçilebiliyor, köy meydanında siyah yavrusunu bulma umuduyla koşuşturuyordu. Kargalar böğürmelerden ürkmüş halde söğüt ağaçlarının tepelerine tünemiş, meraklı birer kişi gibi yerde olup biteni izliyor, evden atılacak atıklar içinden bir peynir parçası bulmayı umuyorlardı.
 
Ayşet, ellerini koltuk altlarına sokarak soğuktan korunmaya çalışıyordu. Dikkati çekmeyecek biçimde, ince yumuşak pabuçlarıyla sessizce ana binaya, mutfağa doğru yürüyordu.
Yaşlı kaynanası, siniri üstünde küllerin içinden korları ayıklamaktaydı, başını kaldırıp Ayşet’e bakmadı bile. Yüzüne bakmaması, buruşuk dudaklarını daha da buruşturup öfkeli bir biçimde kapatması Ayşet’in içine bir ok gibi işlemişti.
 
Kaynana, ocaktaki külden korları ayıklayıp bir yerde topluyor, kırmızı korlar oda karanlığını bastırıyor, korların üzerine attığı ince çırpılardan da dumanlar yükseliyordu. Kocakarı etrafına bir bakındı, odun olmadığını görünce elleriyle dizlerine dayanarak derin bir iç çekti, ardından doğruldu. Ayşet’e bir şey demeden odun almak için dışarı çıkmak istedi. Ancak, büyük gelinin içeri girdiğini görünce durdu ve ona seslendi:
 
- A gelin, biraz kuru odun getir, ateşi tutuşturmak için bir çırpı bile kalmadı …Ocağa dönmek için, Ayşet’in yanından geçerken yeniden derin bir iç çekti ve kendi kendisine söylenirmiş gibi mırıldandı:
 
- Lailâhe İllallah, Allah birdir…Ne yapılabilir, Allahın bize yüklediği bu cezayı çekmemiz gerekiyor…
 
Ayşet süt sağılacak kovaları soğuk suyla yıkamaktaydı. Kaynanasının sözlerinin kime yönelmiş olduğunu anlamıştı. Gözlerinden yaş döküldü, nefesi tıkandı, rengi morardı, zar zor yeniden solumayı başardı.
Bir şey demedi, süt kovasını alıp ana binadan ayrıldı.
 
Ahırın üzerinden sıcak bir buğu yükseliyordu. Yeni yavrulamış inekler elinde kovası Ayşet’in geldiğini gördüklerinde, yavrularını görmeyi beklediklerini belli eder biçimde böğürmeye başlamışlardı. Mandaların sırtlarında iri adımlar atarak dolanan saksağanlar da, isteksiz bir biçimde kanatlanarak ahırın yakınındaki ot yığınları ile gübre yığınlarının üzerlerine konmuşlardı.
İvan, Rus ırgatları, at ahırından gübre küremekte, bir yandan da kendince atları azarlamaktaydı.
 
Ayşet sırasıyla üç ineği sağdı. Alacalı aksi inek en sona kalmıştı. İnek aksiydi ama sorun sadece bu değildi, buzağısı da büyüdüğü için onu memeden almak da zorlaşmıştı. Ayşet onu sağmaktan nefret ediyordu. Buzağıyı saldığında, buzağı sabah soğuğuyla karşılaşıp bir silkindi, ardından var gücüyle koşup annesinin memesine yüklendi. 
 
Dört ayağını çaprazlama yapmış, sırtı sudan yeni atılmış balık gibi eğri, küçük kuyruğunu da sallayarak, anasının kırmızı meme uçlarını peş peşi sıra iştahlı iştahlı emmeye, ardından geri geri çekilip, anasını sarsar bir biçimde burnuyla anasının memesine vurmaya başlamıştı. Annesi acıya dayanamıyor, geriliyor, sonunda ayağını kaldırıp telâşlı ardına bakıyor, yavrusunu gördüğünde de sakinleşiyor, yeniden geviş getirmeye başlıyordu.
 
Ayşet bu manzarayı izlerken, beşikte uyuyan kara kaşlı, kara saçlı bebeği canlanıverdi gözlerinin önünde, gözlerinde tatlı bir gülümseme, içinde bir ferahlama oluştu. Ancak aynı anda kaynanasının biçimsiz kafası, aksi aksi kapanan ince dudakları, Hacı’nın batıcı sözleri, içine düşmüş olduğu çekilmez yaşamı, bunların hepsi birlikte geldi gözlerinin önüne. 
 
Acıma, ayıp nedir bilmeyen bir belânın, çıkışı olmayan bir girdabın içine düşmüştü, çaresiz yazgısı içini burkuyor, gözlerinde belirmiş olan sevinci de alıp götürüyor, inliyor, “insanın kendi yavrusunun gülümsemesine bakmasına bile fırsat tanımayan ne gibi bir dünya düzeniymiş bu böyle?..” – diye geçiriyordu içinden…
Ayşet’in buzağıyı anasından ayıramadığı, buzağıyla boğuşmakta olduğu, atlara ot taşımakta olan İvan’ın gözünden kaçmadı.
 
- Ver gelin, ben bağlarım (Kaşte, nıs, se spxın), - dedi Rus aksanı Adıgecesiyle İvan. 
 
Buzağıyı uzaklaştırıp bağladı.
 
- Tanrı senden razı olsun İvan! Buzağı iyice büyümüş, ayırmaya gücüm yetmiyor,- dedi Ayşet.
 
Rica etmeden, kendiliğinden İvan’ın kendisine yardım etmesi Ayşet’i sevindirmişti. Böylesine insanca duyarlığı olan çok az kişiyle karşılaşıyordu şimdilerde. Ayşet dışında, Behukoların evinde insanca bir davranış, insanca bir sevgi görmeyen bir başka kişi daha vardı, o da İvan’dı. 
 
Behukoların evinde kenara itilmiş ve sayılmayan bir kişiydi İvan. Ne yaptığı, nerede uyuduğu pek bilinmezdi: Bazen ot yığınları üzerinde, bazen konuk evinin sundurmasında ya da kuytu bir yerde yatardı. Bir kuşun konduğu yerde gecelemesi gibi nereye çönerse orada kalır, geceyi orada geçirirdi.
 
Genç gelin dışında İvan’a insanca yaklaşan, onunla kibar bir dille konuşan başka biri yoktu koca evde. Evdekilerin olumsuz davranışlarının genç gelini çok üzmekte olduğunun farkındaydı İvan da. Genç gelinin kendisine karşı insanca tutumu, saygılı davranışı, bazen kaynana ile büyük gelinden saklayarak fazladan bir iki dilim ekmek ve yiyecek getirmekte olmasını İvan unutmuyordu. 
 
Bu nedenle İvan elinden geldiğince genç geline yardımcı olmak, yaptığı iyiliklerin karşılığını vermek istiyordu. Şu an genç geline yaptığı yardımdan mutluluk duymuş, bir süre durup onu seyretmişti. Ama ne diyeceğini bilemediği için tabakasını çıkarıp bir tütün sardı, ardından parçalanmış yünden eski asker şapkasını başına geçirdi…
 
- Bu buzağı çok büyüdü, artık emzirmek gerekmez, - dedi ve hayvanlara ot taşıma işine döndü.
 
İvan Adıgeler arasında yaşayan bir Rus’tu. Adıgece öğrenmişti, yaşamını onun bunun yanında ırgat olarak geçirmekteydi. İki yıldan beri de Behukoların hizmetindeydi. Bir öküzün bile katlanamayacağı zahmetlere katlanarak çalışıyordu ama eline bir şey geçmiyor, beş parasız bir yaşam sürdürüyordu. Görünüşüyle saf, bilgisiz ve bilinçsiz biriymiş izlenimi bırakıyordu kişide.
 
Konuşmayı sevmezdi. Ama bazen, o da içtiğinde dili çözülür, konuşkan biri olurdu. İşte bu gibi durumlarda, çilekeş bir yaşam sürdürdüğünü ve herşeyini önüne çıkana anlatırdı.
Devrim beraberinde özgürlükler getirmişti ama bu kadarı İvan’ın bilinçlenmesi için yetmemişti. Adıge köyünün sorunları ile ilgilenmediği, Ruslardan da uzak düştüğü için sınıf mücadelesi bilinci gecikerek, yeni yeni İvan’a ulaşmaya başlamıştı. Ulusal eşitsizliklerin sona ermesi üzerine İvan da köydeki ırgat ve yoksullarla bir araya gelmeye, ilişki kurmaya başlamıştı. 
 
İş ve zorluk İvan’ın üstesinden gelemeyeceği bir şey değildi. Ancak hiç sevemediği, bir türlü de ısınamadığı bir kişi vardı, o da Behuko Hacı idi.
 
İvan çoğunlukla Pazar sabahları, nereye gittiği bilinmeksizin ortalıktan kaybolurdu. Akşam üzeri hayvanların ağıla kapatılması sırasında da çakır keyf halde çıkar gelirdi.
İçmiş halde eve döndüğünde en çok da Hacı’ya takılırdı. Hacı, İvan’ın dediklerini sarhoşluğuna yorar, ciddiye almazdı. Ancak bu son aylarda sarhoşken İvan’ın söyledikleri daha bir dokundurucu hale gelmişti, özellikle ırgatlar birliği (batrak soyuz) konusuna her bir değindikçe Hacı’yı daha fazla korkutur olmuştu. Ayrıca içtiğinde İvan Adıgeceyi atıyor Rusça konuşmaya başlıyordu.
 
- Hele bir dur Hacı! İvan ihtiyarı yolundan alıkoyuyordu – İçmişim diye aklım başımdan gitmiş mi sanıyorsun…İçmiş olsam bile senin sömürücü biri olduğunu çok iyi biliyorum. Sen çok sinsi , çok kurnaz bir hacısın.!.. Beni karşılıksız çalıştırdığını anlamadığımı mı sanıyorsun?!Haydi senin bana ödediğinle benim sana yaptığım işi bir karşılaştıralım, - İvan parmaklarını uzatıp Hacı’nın karşısına dikiliyordu.
 
- Hadi, hadi, git de yat, uyu, be edepsiz!..– diyerek Hacı gitmeye kalkışıyordu.
 
Ama İvan duraksamadan sözüne devam ediyordu:
 
- Dur Hacı, hele bir dur! Sen benden daha iyi bir aile kurduğunu, yaylı arabası sahibi olduğunu sanıyorsun. Ama benim gibi yabancı sayılıp arazi payı (toprak) alamamış biri, yardım görmemiş, çırılçıplak bırakılmış biri olsaydın görürdün gününü! Ha-ha-hah… Sarhoş halde Hacı’ya bakıp gülüyor, ardından kızıyordu: - Şimdi bizim günümüz, iktidarımız geldi, toprak hepimizin oldu…Şimdi birliğe gidip bir kaydoldum mu göstereceğim sana gününü!..
 
Sonunda Hacı da kızıyor, İvan’ı sabah işten kovmaya karar veriyordu. Ancak İvan sarhoşluğunu, Hacı da hacılığını unutuyor, ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi işlerine devam ediyorlardı. İvan çalışkan bir ırgattı…
 
Ayşet, İvan’ın aile içindeki yaşamı, çektikleri konusunda çok üzülüyordu. Aile içindeki kendi yaşamı ile İvan’ınkini birbirine benzetiyor ve aslında birbirinden farklı şeyler olmadığını seziyordu.
İvan gibi kendi de bu evde köle gibi yaşıyordu, evdeki kazanımlar ve aile gelirine katkıları konusunda hiçbir söz hakkı yoktu. Acıdığı için İvan’a verdiği fazladan bir iki dilim ekmeği kendisi için alma hakkı bile yoktu. Ağzına fazladan bir lokma alacak olsa kendisini izleyip izlemediklerini dikkate almak zorundaydı… 
 
İvan, sonunda özgür bir kişiydi, isterse başını alıp gidebilirdi, kendisini azarladıklarında karşılık verme olanağı, çıplak olsa da çıplak başını alıp gitme özgürlüğü vardı. Ayşet’in kendi bunlara sahip değildi. Kendisini köle gibi çalıştırır, istemediklerinde de başlarından atabilirlerdi…
 
Bunları düşünürken Ayşet sağmakta olduğu aksi ineğe dikkat etmesi gerektiğini unutmuştu. İneğin kızgın kızgın gerisine bakmakta olduğunu fark edememişti.
Her iki memesinden sağdığı süt beyaz bir sicim gibi kovaya dökülüyordu, kova dolmak üzereydi, kovanın üzerinde yeşilimsi-beyazımsı renkte kabarcıklar oluşuyor, gök mavisi renkte hava kabarcıkları köpürüyor, bir süre sonra da patlıyorlardı.
 
Ayşet’in kafasında da buna benzer düşünceler uçuşuyordu. Umut ve kaygı birbirini izliyor, kafasında yeni düşünceler oluşuyor, büyüyor, genişliyor, su balonları gibi patlayıp dağılıyorlardı. Dağılan, yok olanların yerini başkaları alıyordu. Kafasında bunlarla bağlantılı görüntüler beliriyordu. 
 
Bebeği de meme ucunu bırakıyor, yeni çıkmış dişleri güneş ışığı gibi parıldayarak kendisine gülümsüyor, “ba, ba” derken ağzından süt balonları dökülüyordu. Bu süt kovasındaki süt baloncukları da ona benziyordu…Onun küçük dünyası…sevindirici olan tek şeyi oydu, o olmasaydı ne yapardı…
 
Büyük eltisi ile kaynanası kendisini azarlarken onların dudaklarından da böylesine köpükler dökülüyordu. Ancak onların dudaklarından saçılan köpükler yeşil-beyaz renkte değil baca dumanı, is gibiydi…Yaşlı kaynana ocak başına geçip oturuyor, kuru bir dal alıyor, Ayşet’in soyunu, kişiliğini, yaptığı çalışmaları hiçe sayıyor, Ayşet’i bu kuru dala benzetiyor ve onu bir yana atıyordu…
 
Yaşlı gelin ise saçı karmaşık ve pis, gözleri kan çanağı olmuş, tabakları birbirine tokuşturuyor, koca aileyi bir başına ayakta tuttuğu izlenimi vermeye çalışıyordu. Bazen de Ayşet’e dönüp yiyecek gibi bakıyor, sert çıkışlarda bulunuyordu. Ayşet karşılık veremiyor, başını önüne eğiyor, içini temizlediği kazana bakmakla yetiniyordu. Bazen hır gürü nedensiz, tek bir tabağı yıkamak için çıkarıyor, Ayşet’in entarisini bahane ederek, çoğunlukla bir neden olmadan da sorun yaratıyorlardı. Ayşet’in ebedi bağışlanamayacak olan yanı ise köle (pşıł) bir aileden gelmekte olmasıydı. 
 
Esir kampında aklını yitirmiş tutsaklar gibi koca eve kapanmış birbirlerini yiyorlardı bu kadınlar. Erkeklerin sofrası için yarışıyor, bir sabun parçası için bile kapışıyorlardı. Ayşet küçük gelindi, bu nedenle karşılık verme yetkisi yoktu. Gerekir de karşılık verecek olduğunda sorun yaratılıyor, durum hemen Hüseyin’e bildiriliyordu. O zaman, gecenin ilerleyen bir saatinde büyük evden ayrılıp kendi odasına geldiğinde …
 
Hüseyin’in suratı değişiyor, insan görünümünü üzerinden atıyor, azılı bir köpek gibi diş gösterek üzerine yürüyor, kendisini döşemeye fırlatıyordu... Bir seferinde böyle yapmıştı. Ayşet, yediği dayaktan değil, asıl uğradığı bu hakaretten, eşinden gördüğü bu insanlık dışı davranıştan incinmişti…
 
Ayşet, en çok da dert yanacak birilerinin olmamasından, söz gelişi Bibolet’in gelmemesinden yakınıyordu. Yeryüzünde derdini anlatabilececeği tek kişisi kardeşi Bibolet’di…
Tam o sırada inek geriye doğru bir tekme savurdu ve kovanın içindeki sütün yarısını Ayşet’in üzerine döktü.
 
Üzüntü ve gözyaşı içinde ineğe ve ineğin sahiplerine döküp yağdırır, entarisinin eteklerini silkelerken Hüseyin’in kalktığını, odalarından ayrılıp kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü.
Ayşet, Hüseyin’in geliş şekline uzaktan bir baktı.
 
– Hayat arkadaşım olacağına benden uzak dursa daha iyi… - dedi içinden, Hüseyin ile sürdürdüğü yaşama ilişkin kendinde oluşan şey buydu. Hüseyin’de hoşgörü ve incelik denen şeyler yoktu. İyi, saygıdeğer biri görünümündeydi, ancak kadına karşı yumuşak ve insanca davranış denen şeyler onda hiç yoktu, hoşgörülü görünmeyi de erkekliğe yakıştıramayanlardandı. 
 
Adıgelerin “kadına göz açtırmamak gerekir” (Şuızırvınećebğepĺenıfayep) diyen, Adıge erkekliği taslayan kişilerindendi. Gözlerinden sertlik dışında, olumlu bir yansıma belirmiyordu, bunu kısa sürede anlamış, evlendiklerinden bu yana Ayşet pişmanlık içinde bugüne gelmişti. Ancak onunla ömür boyu bir yaşam sürdüreceğini bildiği için de Hüseyin’den büsbütün soğumaktan çekiniyor, olumsuz şeyler düşünmekten korkuyor, kendi kendisini avutmaya çalışıyordu.
 
Ne olursa olsun diğer gördüğüm erkeklerden daha iyi diyor, yaşamı çekilmez hale gelmiş diğer kadınların durumunu göz önüne alıyor, daha kötü durumdakilere göre kendini yine de şanslı görüyordu.
 
Hüseyin, odasından (leğune) çıkmış, utangaç bir biçimde başını önüne eğmiş at ahırına doğru geliyordu. Ayşet de Hüseyin’e yol vermek için ineğin arkasına geçmişti.
 
- Çocuk ağlıyor, yanına git! – diye bakmadan ve çaktırmadan yanından geçerken Ayşet’e fısıldadı.
 
Çocuğun ağlamasından telaşa kapılarak büyük eve doğru koştu Ayşet. Büyük evde kimse yoktu, kaynana da henüz gelmemişti.
 
Süt kovasının üzerine eleği koyup oradan odasına koştu. Kara saçlı bebeğini sıcak beşiğinden alıp büyük eve döndü. Büyüdüğünde adam olacak olan bu bebek şimdi annesinin bağrına yaslanmış, ağlamasını kesmiş, küçük yumruklarıyla gözlerini oğuşturuyor, annesiyle barıştığının belirtisi olarak da söyleniyordu:
 
- Papu, Papu!
 
Yağ ve sinek pisliğinden kararmış raflara doğru koştu Ayşet. Dün akşam bir parça süt kalmıştı orada ama şimdi yoktu. Ağlamasını kesmiş çocuğunun yeniden ağlamaya başlamasından korkuyordu, aç olmasına da üzülüyordu. Ne yapacağını bilemeden ileride saçaktaki çengellere asılı siyah çüvenlere baktı. Çüvenlerde kaynamış süt vardı.
 
-Bebek için biraz alsam bir şey derler mi acaba? – diyerek Ayşet bir süre olduğu yerde durdu. Ardından çüveni indirip sütten iki üç kaşık aldı. Sütün üzerindeki yumuşak ince kaymağın bozulması üzerine kendisinin de aç olduğunu anımsadı. Ancak kendisi evdeki diğerlerinden önce bir damla içecek olsa evde kopacak olan kıyameti hesapladı, o zaman Ayşet’i Tanrı korusundu!..
Ayşet çocuğu doyururken kaynanası içeri girdi.
 
Kaynana hastalıklı, halsiz bir kocakarıydı. Yüzü eceli yaklaşmış biri gibi sapsarıydı, et namına birşey kalmamıştı yüzünde, yüz derileri de sarkıyordu. Onun bu halini gördükçe Ayşet’in içi sızlıyor, ona duyduğu nefreti unutuyordu. Kocakarı kendisine karşı katı da olsa, Ayşet ona katlanma gereği duyuyor, kadının azıcık ömrünün kaldığını düşünerek onu hoş tutmanın bir yolunu arıyordu. Ancak kocakarının acımasızlığı ve huysuzluğu karşısında, onunla bir yakınlaşma sağlayamıyor, aksine kocakarının zalimliği ve acımasızlığı ile başbaşa kaldığında kalbi katı bir taş gibi bir kat daha soğuyordu.
 
Ayşet’in sormadan çocuğunu doyurmakta olması kocakarının hiç hoşuna gitmemişti. Gözlerinden ateş saçılarak, çocuğun önündeki bir avuçluk süte yan gözle bakıp yanından geçmiş, hiçbir şey demeden sessizce ocak başına kurulmuştu.
 
Büyük çüvendeki süte ellenmiş olduğunu ise büyük gelin fark edecekti.
 
Elinde bir çanakla komşu kız süt istemeye gelmişti. İneklerinin sütü kesilmişti, bu nedenle BehukolarKalmuk çayına dökmeleri için onlara süt veriyorlardı. Her sabah saçı fare kuyruğu gibi uzun ve örülü küçük bir kız geliyor, elindeki çanağı arkasına gizleyerek utangaç bir tavırla kapı arkasında duruyordu. Evdekiler de bir şey demeden ama kocakarıya bildirerek çanağı sütle doldurup kıza veriyorlardı. Küçük kız da bu en ağır sorumluluğu üzerinden atmış olmanın verdiği sevinçle koşarak evinin yolunu tutuyordu.
 
Ancak bu kez kocakarı her sabahki süt verme biçimini değiştirmişti.
 
- Geldin mi güzelim? – diyerek iyi bir insan görünümü takındı kocakarı.
 
- Evet.. – demişti küçük kız anlaşılabilir alçak bir sesle, ardından çıplak ayaklarını çaprazlayarak durmuştu.
 
- Döküver gelin, - dedi kocakarı, - yeni gelen büyük gelinine izin verdi.
 
Büyük gelin süt çüvenini indirdiğinde süte ellendiğini gördü, bir kusur yakalamış olmanın verdiği keyifle Ayşet’in çocuğunun önündeki süte hızla bir göz attı. 
 
- Eyvahlar olsun, kim bu çüvene ellemiş ki böyle? – diye bağırdı çok üzülmüşçesine.
 
- Bebeği susturmak için üç kaşık aldım sadece, - dedi Ayşet, kanı donmuş halde, yüzünden göz yaşı dökülerek.
 
Büyük gelin umursamazmış gibi yapıp dudağını yana büktü.
 
- Sorma, saygı diye bir şey kalmamış anlaşılan!.. – dedi kocakarı, kopan bir fırtınayı andırır gibi bir ah sesi boşaltarak içinden.
 
Ayşet, boğazına takılan gözyaşı yumağını zar zor gırtlağından indirebildi, ölü görünümü almıştı, hiçbir yanıt vermeden başını öne eğmekle yetinmişti… 
 
 
K'ERAŞTembot (“Mutluluk Yolu” romanından bir bölüm)
 
 Çeviri: Hapi Cevdet Yıldız
 
 
 
  Bugün 18 ziyaretçi (28 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol